29 Mayıs 2010 Cumartesi

Tweetine bandım

TWEETİNE BANDIM

Ağa'nın poke'u üzerine poke olur mu?

Follow da ettim güzellerin çoğunu aman aman
Tweet zekası ince beyinin gülüdür amanini yandım


Tweetine tweetine tweetine bandım
Retweet mi sandın reply edip yazdım


Facebooktan geliyor bir dürtme amman amman
Sen kiminle ilişki halindesin amman amman


Tweetine tweetine tweetine bandım
Retweet mi sandın reply edip yazdım


Twitpicte gördüm yarin boyunu amanini yandım
Facebookunu hacker kapmış gördün mü amanini yandım


Tweetine tweetine tweetine bandım
Retweet mi sandın reply edip yazdım

Everybody in the house bang bang
Facebook in the house bang bang
Twitter in the house bang bang
Yonca in the house bang bang



Söz:Merve Gürcan
Aranje:Emre Gürcan
Producer:Emre Gürcan
Kadın Vokaller:Yonca Evcimik
Erkek Vokaller:Emre Gürcan

19 Mayıs 2010 Çarşamba

GOOOL


GOOOL
Futbol kitlesel bir afyondur.
Öyle ki aşırı doz futbol alanlarda halüsinasyonlar dahi görülebilir. Şampiyon olduk zannedip stat yaktırır.
Her şeyin olduğu gibi futbol sevgisinin de, fazlası zararlıdır.
Kadın futbol takımlarının mevcudiyetine ve statlarda görülen pek çok kadın taraftara rağmen futbol yine de erkek egemen bir spordur.
Kadınlar daha nazik yaratıldıklarından oynamak için arada file bulunan voleybol ve tenis gibi sporları tercih ederler.

Tabi futbolun yararları da saymakla bitmez.
Örneğin erkekler mahalle maçlarında “Top benim, takımı da ben kurarım” diyerek küçük yaşta liderlik yeteneklerini geliştirirler.
Yaş ilerledikçe, futbola olan ilgi kabuk değiştirir. Önce daha kısa mesafe koşulan halı sahalarda boy gösterilerek ben daha gencim mesajı verilir.
Sonra dizlerde oluşan yaraların kabuk bağlama süreci yavaşladığından ve göbekler de büyüdüğünden futbol hayatına bir süre Playstation oynanarak devam edilir.
Ancak en keyiflisi başkaları koşarken, sizin arkadaşlarla toplanıp rahat koltuğunuzda yiyip içerken izlemenizdir.

Futbolun rahatlatıcı bir etkisi de vardır; statta iseniz, futbolculara, hakeme, hatta arada çaktırmadan patronunuza bağırıp küfrederek deşarj da olabilirsiniz.
İşsiz de olsanız, maça gelirken karınızla kavga da etmiş olsanız, atılan golle dünyadaki tüm kötülükler sona ermiş, hatta size piyangodan büyük ikramiye çıkmışçasına sevinebilirsiniz.

Stada gidemezseniz de evlerde ya da bir barda dev ekranda izleyip engin futbol deneyiminizden kaynaklanan yorumlarınızı arkadaşlarınızla paylaşabilirsiniz.
Ne de olsa her erkek doğuştan teknik direktördür ve takıma kimlerin alınması ve hangi mevkide oynaması gerektiği konusunda uzmandır.

Erkeklerin futbola kendilerine gösterdiklerinden fazla ilgi gösteriyor olmalarını hazmedemeyen kızlar genellikle futboldan hoşlanmazlar.
22 tane adamın neden bir topun peşinden koştuğunu ve gol bile olamayan bir pozisyonu tekrar tekrar izleyip, maçın süresinden bile uzun saatler boyunca yorumları dinlemekten ne tür bir zevk alındığını anlayamazlar.
Ancak yine de muhabbete ortak olmak ve dışlanmamak için çoğu zaman birlikte futbol izleyebilirler.

Ne de olsa futbolun en keyifli yönü maçın kendisi değil, kaybedeni kızdırma kısmıdır.
Bunu yapmak için maçı izlemenize bile gerek yoktur, skoru öğrenmeniz yeterlidir.
İstisnai olarak futboldan hoşlanmayan erkekler gibi, izlemekten gerçekten hoşlanan kadınlar da vardır ama bunlar genel kaideyi bozmaz.

Erkeklerin kadınlara üstünlük taslama ve gövde gösterisi yapma çalışmaları maç izlenirken de kendini gösterir.
En büyük silahları “ ofsayt nedir, anlat bakalım” diye sormalarıdır.
Ancak bu soruya onlarca kez muhatap olmuş kızlar aslında ofsaytın ne olduğunu artık erkeklerden bile daha iyi bilmektedir. Bu nedenle de ofsayt sorusu ile genellikle yaş tahtaya basılır.

Futbol birbirlerini hiç tanımayan insanlar arasında dahi sohbet başlatma konusu olarak işe yarar.”Eee damat bey oğlumuz hangi takımı tutuyor?”gibi bir soruyla 40 yıllık takım arkadaşıymış gibi, bir futbol muhabbetine girilebilir.
Hangi takımın en büyük olduğu ise en büyük tartışma konusudur.

Ama tabi ki bu gereksiz bir tartışmadır, zira;
Tabi ki en büyük Beşiktaşk!

18 Mayıs 2010 Salı

DELIKANLILIĞIN KITABI (YENI BASKI)



Delikanlılığın tüm erkeklere dağıtılan bir kitabı var.
Kullanım kılavuzu gibi sünnet ile erkekliğe adım atanlara hediye edildiğinden şüphe ediyorum.
Kızları idare etmek için zaman zaman kitaptan rastgele bir sayfa açıp ilk çıkan bahane kıza söyleniyor.
Ama bahaneler kitapta sınırlı sayıda verildiğinden kızlar da artık ezberlediler hepsini, kitabın yeni baskılarını en az erkekler kadar merakla bekliyorlar.

Kitapta yer alan bahanelerden bazıları;
Aynı anda birkaç kızı idare eden çapkın erkeklerin klasik bahaneleri;
Kadın: Sana mesaj attım, 3 gün oldu cevap bile vermedin.
Erkek: Seni arayamadım canım, işim çok yoğun bu ara.
Kadın: Tuvalete de mi gitmiyorsun,10 saniyelik bir telefon görüşmesi veya bir kısa mesaj atmaya vaktin yoksa hiç çalışma sen zaten yaşamıyorsun. Hemen ayrıl o işten.
(Erkeğin içsesi: ne işi ya hu, sibernette chat yapıp duruyorum, kılıbık mıyım ben tek kızla yetineyim)

Kadın: Bütün gün seni aradım telefonun kapalıydı.
Erkek: Telefonun şarjı bitmiş.
Kadın: Sana yeni bir pil alalım, bu kadar çok şarjı bittiğine göre ölmüş o pil.
(Erkeğin içsesi: en az iki hattım var, diğer kızla görüşeceğim zaman sana verdiğim numarayı kapatıyorum, rahatsız etme lütfen.)

Kadın: Facebook’ta ilişki durumumuzu değiştirsek artık diyorum
Erkek: Gerek yok, şimdi millet görecek bir sürü yorum vs, uğraşamam
(Erkeğin içsesi: Hiç olur mu, kısmetimi mi kapatacaksın sen benim, hem Ayşe görürse oyar vallahi,onunla çıkmaya başlayalı tam 6 ay oldu)

Ayrılmak isteyen erkeklerin bahaneleri;
Erkek: Şu an bir ilişkiye hazır değilim, yeni bir ilişkiden çıktım, zamana ihtiyacım var.
(Erkeğin içsesi: görüştüğüm bir kız daha var, bir bakacağım, eğer onunla da olmazsa sana geri döneceğim.)

Erkek: Sen benim için fazla iyisin, sana layık değilim.
(Erkeğin içsesi: Yeni bir kızla tanıştım,1.70 boyunda sarışın mavi gözlü afet, afet)

Erkek: Seni üzmek istemiyorum, ayrılmamız senin için daha hayırlı olacak.
(Erkeğin içsesi: Bir kızla tanıştım, senin gibi evlenme meraklısı da değil, gezip eğleneceğiz işte bir süre)

Erkek: Sorun sende değil bende
(Erkeğin içsesi: başka kızdan hoşlanıyorum, senden de sıkıldım)

Delikanlılığın kitabı aslında bir masal kitabıdır. Kadınlar kitabı okumamış olsalar da bu bahaneleri ezbere bilir.
Zira prens zannederek yeterince kurbağa öpmüş veya öpmüş bir arkadaşının gözyaşlarına omuzlarını mendil etmişlerdir.
Yine de canı inanmak isterse bir süre inanmış gözükebilir. Ne de olsa gece gözlerimizi kapattığımızda dinlendiğimiz masallar gerçeklerden daha huzur vericidir.

16 Mayıs 2010 Pazar

Gökten 3 elma düşmüş


Gökten 3 elma düşmüş

Her canlı Ankara Havası eşliğinde göbek atılan bir düğünü tadacaktır.
Nereli olursanız olun, düğünlerde çalınmazsa olmaz bazı türkülerimiz vardır. Bu türkülerin amacı kız tarafı ile erkek tarafını kaynaştırmak, ülkemizin coğrafi ve sosyo-kültürel yapısını davetlilerin öğrenmesini sağlamaktır.
Malatya’nın eşinin bulunmadığını, “Yürü yavrum Konyalım yürü” ile Konyalıların yürümeyi çok seven sportmen insanlar olduklarını, Tokat yollarının taşlı olduğunu, Bitezli Halil’in çökertme’den çıktığını hepimiz türkülerden öğrenmişizdir.
Fidayda da fidayda diyen Ankaralıları ise anlayamadığımız için tanıdığımızı söylemek bugüne kadar pek mümkün olamamıştır.
Politika ruhlarına işlediğinden olsa gerek, çok şey söyleyip, hiçbir şey anlatmamayı başarmakta ustadır Ankaralılar.
Evlenen çift hangi yaşta, hangi ekonomi ya da kültür seviyesinde olursa olsun düğünler üç aşağı beş yukarı birbirine benzer.
Bu konuda düğünün bir sarayda ya da mütevazı bir mahalle arası düğün salonunda olması arasında çok fark bulunmamaktadır.
Önce prenses kostümlü gelinle prens damat salona alkışlar eşliğinde gelir.
Muhtemelen çiftin en sevdiği romantik şarkı ile balonun- pardon düğünün açılış dansı yapılır.
Ancak düğünlerde şen olmak gerekir, bu nedenle tek şarkılık romantizmden sonra beklenen göbek havaları çalmaya başlar.
Bu sırada gelin ve damat davetlilere tek tek hoş geldin demek ve takıları toplamak için mesaiye başlamak zorundadır.
Genç çift masa masa dolaşmaktan ve belki de ilk defa gördükleri kayın hısımlarını ve tanımadıkları davetlileri öpmekten bitap düşer.
Daha doğrusu gelin ile hanım davetliler makyajları bozulmasın diye birbirlerini değil havayı öperler.
Görevlerini başarıyla tamamladıktan sonra eğlenmek ve davetlileri de eğlendirmek için yeni evliler gece boyunca inmemek üzere piste çıkar.
Kılıçla kestikleri 7 katlı görünümündeki maket pastadan birer çatal ve kollarını birbirine dolayarak içtikleri birer yudum şampanya dışında gelin ve damat aç kalır.
Özene bezene seçtikleri menüyü tatmak onlara nasip olmaz.
Sofrada kuş sütü dahi eksik olmasa davetlileri memnun etmek mümkün olmadığı için masalardaki dedikodulara azıcık kulak kabartıp, yiyemedikleri düğün yemeğinin neye benzediğini öğrenmeleri mümkündür.
Ne de olsa davetliler 2 kişilik bir akşam yemeği için bir bilezik parası ödemişlerdir, daha iyi bir menüyü tabi ki hak etmektedirler.
Genç çift evlerinin bir eksiğini gidermek veya daha da iyisi balayına tropik bir adaya gitmek yerine düğün yaptıkları için bu kadarcık azarı da hak etmektedirler.
Zaten gelinlik de biraz şişman mı göstermiştir ne? Hele hele o ton makyaj hiç yakışmamış, yaşlı da göstermiştir gelini. O kaynanın kıyafeti de nedir öyle, kesin gelinini kıskanmış ondan daha çok dikkat çekmek için seçmiştir o kıyafeti de.
Gecenin sonunda tek bir kare fotoğraf için Picasso tablosu bedeli isteyen fotoğrafçıyla kavga edildikten sonra gençlerin yarım kalan eğlencelerini tamamlamak için discoya, yaşlıların da işkembeciye yönelmesiyle düğün sona erer.
Gökten 3 elma düşmüş biri yeni evli Adem ile Havva’nın, biri sizin, diğeri de benim başıma.
Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine, darısı başımıza.

9 Mayıs 2010 Pazar

Necmi Yapıcı ile röportaj



Necmi Yapıcı:1972 yılında İzmir’de doğdu. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Oyunculuk Bölümü'nden mezun oldu. İlk olarak 1999 yılında başlayan, 5 yıl boyunca 400'ün üzerinde bölümü yayınlanan Ayrılsak da Beraberiz adlı dizide "Yırttık abicim yırttık" sözüyle tanınan "Feridun Bitir" adlı karakteri oynayarak ünlendi.
Onlarca film ve dizide rol aldı. Bunun yanı sıra Ayrılsak da Beraberiz’in 25 bölümü, Dikkat Bebek Var’ın 26 bölümü başta olmak üzere çeşitli dizi ve reklam senaryoları yazdı. Reklam ve dizilerde yönetmenlik yaptı.

İzmirliliğin
getirdiği tüm sıcaklığıyla, kalabalıklara karışmaktan zevk aldığı her halinden belli Necmi Yapıcı’ya caddede dolaşırken herhangi bir haftasonu rastlayabilirsiniz. Ben de bu pazar günü anneler gününde çok sevdiği Bağdat Caddesi’nde bir cafede kahvelerimizi yudumlarken onunla konuştum. Necmi’ye kayıt aletimin bir anda biten pili ve sair tüm azizliklerine rağmen hiç neşesini bozmadan içtenlikle sorularıma cevap verdiği için tekrar teşekkür ediyorum.

Çöplerin arasında sınava hazırlandım
Merve: Güzel Sanatlar Fakültesinin Sinema Bölümüne son sınavda elenerek giremediğin için tiyatro bölümüne girmişsin. Biraz anlatabilir misin? Sinema oyunculuğu ile tiyatro oyunculuğu arasında ne tür farklar var?
Necmi: Kamera arkası yönetmenlik istiyordum. 3.aşamada kaybettim, kazanamayınca bir sonraki sene oyunculuk bölümüne girmeye karar verdim.
Zaten ortaokul liseden itibaren bütün öğretmenlerim “sen tiyatrocu olmalısın” diyorlardı. Yönetmenlik yapacağım ama madem almıyorlar ben de arka kapıdan girerim, önce oyunculuk yapayım, sonra yönetmenlik yaparım dedim.
O zaman 2 ayrı işte çalışıyordum. Biri İzmir Fuarı’nda makarna standında diğeri de Ege Üniversitesi’nde bilgisayar operatörlüğü idi.
Sınava 8 günde hazırlandım. Çalıştığım yerin arka bahçesinde çöplerin arasında prova yaptım. Eskişehir’de üniversiteyi daha önce kazanmış olan arkadaşım Engin Benli yardımcı oldu.

Zaten daha sonra yönetmenlik de yaptım. Metin Şentürk’ün oynadığı Sonradan Görme, Ebru Gündeş ile İmkansız Aşk, Kadın Her Zaman Haklıdır dizilerini yönetmen olarak çektim. Hepsi de sit comdu.
Mansur Ark’ın bir video klibini, TRT Dünya Kupası tanıtım klibini ve Kahkaha Show komedi programını ve 2 tane de reklam filmi yönetmen olarak çektim.
Ama daha çok oyunculuktan zevk alıyorum. Yönetmenlikten de çok zevk alıyorum ama bazılarında hem oyuncu hem yönetmen olarak yer aldığım için çok zor oldu.
Tiyatro ile sinema arasında oyunculuk açısından çok bir fark yok. Tiyatroda biraz daha büyük oynarsın, sinemada çok daha küçük oynarsın. Tiyatro daha çok konsantre olmanı gerektirir.2 saat boyunca konsantre oluyorsun, sadece arada dinleniyorsun.
Merve: Bu işin eğitimini almış, her aşamasında görev almış biri olarak en sevdiğin hangisi? Oyunculuk, senaristlik, yönetmenlik?
Necmi: Hepsini çok seviyorum. 2 işi yapan yarım yapar derler.
Aynı anda yapmak zor ama ayrı ayrı yapılabiliyor.

Merve: Önce dedeni ve sonra da babanı oldukça erken yaşta kaybetmişsin, seni sahnede görme şansları olmamış. Bu oyunculuğunu etkiledi mi?
Necmi: Dedem öğrenciyken izledi, babam izlemedi. Dedem ve babamın ölmesi oyunculuğumu etkilemedi ama zaman zaman düşünüp hüzünlenirim izleselerdi tv de sinemada diye..bazen yalnızken gözlerim dolar.
Öğrenciyken annem ve babam ayrıydı. Babam çok ilgilenmiyordu. Ama dedem hem harçlığımı veriyordu, hem de destekliyordu. Hakkı çoktur.

Merve: Animatörlük yaparken tanıştığın Cihan Ünal, İstanbul’a geldiğinde sana tiyatroda rol alman için yardım etmiş. İnsan kendi şansını kendi mi yaratıyor yoksa şanslı bir insan mısın?
Necmi: Animatörlük yaparken tanıştık. Zaten daha çok teatral işler yapıyorduk. Cihan Bey de benim oyunculuğumu, vücudumu kullanmamı çok beğeniyordu.
Sonra ben Cihan Ünal’ı mezun oldum, İstanbul’a geliyorum diye aradım. O da beni Nedim Saban’ın tiyatrosuna gönderdi. Nedim Saban da “Cihan Bey gönderdiyse tamamdır” diyip bana rol verdi.
Tiyatro bitince panikledim, çünkü bir ay sonraki kira paramızı veremeyecektim. Yine tatil köyünden tanıdığım yönetmen Ömer Uğur’u aradım o Hamdi Alkan’ı arayıp beni önerdi sağ olsun, o da kırmadı ve 3 senelik Reyting Hamdi serüvenim öyle başladı.
Bence hayatta ne oluyorsa bir şey için oluyor, belirli bir sebebi var ve bizi bir yere götürüyor.

Merve: Sokakta sana hala Feridun Bitir diye sesleniyor olmaları hoşuna gidiyor mu?
Necmi: Eskiden daha çok Feridun diyorlardı. Hatta yırttık abicim diye sesleniyorlardı. Artık Necmi Yapıcı olarak tanıyorlar. Bu da benim hoşuma gidiyor.

Bizim meslek sincap gibi
Merve:Peki gerçek hayatta ilk ne zaman yırttık abicim dedin?
Necmi: Hiçbir zaman yırttık diyemedim. Öyle güzel bir zamandan geçemedim. Bizim meslekte hiçbir zaman kendini garantiye alamıyorsun. Geleceğimi garanti altına aldığımı düşünürsem, yırttık derim. Bizim işte sen kendi geleceğini birikim yaparak kendin hazırlıyorsun. Mesela Ayrılsak da Beraberiz uzun sürdüğü için bir ev aldım, araba aldım, bankada param vardı. Ama çalışmadığım dönemlerde bu parayı yedim. Bizim meslekte sincap gibi yazın toplayıp kışın yiyorsun. Kenarda birikimin olursa, o zaman her önüne gelen işi kabul etmezsin, seçme şansın olur. Ben 3-4 aile bakıyor gibiyim; nafaka veriyorum, anneme, kardeşime de yardım ediyorum.

Merve: Emre isminde çok şeker bir oğlun var ve sanıyorum 2 kez evlendin. Tekrar evlenmeyi düşünüyor musun? Oyuncuların evlilikleri yürümez mi?
Necmi: Tabi ki tekrar evlenebilirim. Neden olmasın.
Oyuncuların evlilikleri yürümez diye bir şey yok. Yürüyen evlilikler de var. Ayrıca 2 -3 kez evlenen avukat da var doktor da var ama biz göz önünde olduğumuz için dikkat çekiyor.
Merve: Bugün anneler günü ve birazdan oğlunla ve annesiyle kutlayacaksın. Peki şu anda sen ve eski eşin başkalarıyla evli olsaydınız bu mümkün olur muydu? Bazı ünlülerin geniş aileler şeklinde yedikleri yemekleri ve çıktıkları tatilleri izliyoruz. Bu konuda ne düşünüyorsun?
Necmi: Tabi ki, biz 10 senedir ayrıyız, ama çok medeni bir ilişkimiz var.Daha önce de farklı birlikteliklerimiz varken de beraber tatile çıktık.Aramızda böyle sorunlar olmuyor.Zaten bizimle birlikte olacak insanlar da baştan durumu kabul ediyor.
Merve: 2 kez boşanmış biri olarak mahkeme deneyimin de var. Biraz anlatır mısın neler yaşadın? Adalet sistemini nasıl yorumluyorsun?
Necmi: Ben her ikisinde de anlaşmalı boşandım. Bir duruşmada bitti. O yüzden herhangi bir sorun yaşamadım. Anlaşmazlık olunca çok uzayabiliyor, bu benim anlayabildiğim bir şey değil. O kadar kavgaya gerek yok.
Bir tanesinde Şişli Adliyesi’ne gitmiştim. İş hanından bozma bir yer olmasına, küçücük bir odada davanın görülmesine çok şaşırmadım. Sonuçta Türkiye’de yaşıyoruz.
Avukat olsaydım suçlu olduğunu bile bile hayatta bir adamı savunamazdım. Adam öldürmüş veya tecavüz etmiş birini savunamazdım. Masum olduğuna inandığım kişileri savunmaya çalışırdım.

Merve: Çok yönlü bir insansın, yaşam koçluğu eğitimi, illüzyonistlik, animatörlük, oyunculuk, yönetmenlik, senaristlik yapmışsın ve hala yapıyorsun.
Necmi: Şarkı sözü de yazıyorum, yakında Haktan’ın albümünde yayınlanacak inşallah. Facebook’ta demosu yayınlandı ve çok beğenildi. Arkadaşlarım bana “Proje Necmi” derler, yaratmayı seviyorum.
Doğuştan gelen bir yetenek sanırım.

Merve: Yaşam koçluğu eğitimi almak için Amerika’ya gitmişsin, biraz anlatır mısın?
Necmi: Amerika’ya gitmedim ama Bob Procter ekibinden bu eğitimi Türkiye’de aldım, imzalı sertifikam Amerika’dan geldi.

Merve: Neden hiç başrolde göremedik seni? Cast seçimi yaparken yönetmenlerde bir tembellik mi oluyor?
Necmi: Başrol için yakışıklı olmak gerek. Sanırım bunun önemi büyük seçimlerde, ama başrol ya da yan rol olması benim için önemli değil. Asıl 2. roller parlatır, sürükler oyunu
Kendi yazdığım senaryomda iki sakar kardeşin hikâyesinde başrol oynayacağım, tabi yapımcıyı ikna edebilirsem.
Onun dışında kendin belirleyemiyorsun, sen her ne kadar daha fazlasını hissetsen de yeteneğini ve değerini başkaları biçiyor.

Merve:Lost dizisinde oynasan hangi karakteri oynamak isterdin?
Lost’ta oynasaydım, Desmond ya da John Lock olurdum. Sawyer da olabilirdi. Aslında oradaki her rol olurdu. Çünkü adamlar karakter yapıyor.Bizde sorun da bu, karakterler önemsenmiyor. Daha çok konu ve durum öne çıkıyor..karakterler renkli karmaşık olamıyor fazla..sadece durumlar karışık..entrika var her dizide

Merve: Bir dizide ya da bir filmde bir avukatı canlandırman gerekirse nasıl bir tipleme çıkartırsın? Kafandaki avukat imajı nedir?
Necmi: Bu senaryo ile alakalı, senaryoda sana sunulan köşeler var; düzenbaz bir avukat, yalancı bir avukat, çok dürüst bir avukat; sana verilene göre rolünü çıkartıyorsun.
Oyunculuk açısından rol ne kadar renkli ne kadar zor olursa o kadar keyifli olur.

Merve: Abdi İpekçi davasındaki bir avukatı mı yoksa bir sit comdaki avukatı mı oynamayı tercih edersin?
Necmi: Her ikisini de oynamak isterim, her ikisi de keyif verir.

Merve: Web sitende “özgelecek” diye çok hoşuma giden bir bölüm var. Kazancının %10’unu ihtiyacı olanlara bağışlamak ve öğrenci okutmak gibi harika düşüncelerin ve mesleki planların var. Burada yazdıklarının ne kadarını gerçekleştirebildin?
Necmi: Erdal Demirkıran yakın arkadaşım, ondan eğitimler aldım, kendisi kişisel gelişimcidir.”Sadece aptallar 8 saat uyur” gibi kitapları olan, çok akıllı bir insan. Bu da onun eğitiminde gördüğüm bir şeydi.
Bence özgeçmiş çok önemli değildir.
Örneğin polis olmak istiyorsun ama 7 kuşak geriye doğru inceliyorlar ailende hırsız varsa seni almıyorlar. Senin ailende bir hırsız olması senin de hırsız olacağın anlamına gelmez. Geçmişe üzülmeye de, geleceğe endişelenmeye de gerek yok. Ben bu anda yaşamayı seviyorum. Zor olsa da umutsuzluğa kapılsam da böyle. Örneğin işsiz kalınca olumlu bakabilmek çok zor. Mümkün olduğu kadar az zararla atlatmaya çalışıyoruz.
Planladığım şeyler, hayallerim var herkes gibi, yapmak istediğim şeyler var. Henüz hiçbirini yaptığımı söyleyemem. Basamak basamak bir şeyleri başardıkça ortaya çıkacak. Hayatta en çok istediğim şey, her gün 100-200 kişiye yatacak ve yiyecek sağlayacak bir oluşum yapabilmek. İnşallah bunu yaparım.

Merve: Web sitende bahsettiğin Kashna Dahi Fabrikası nedir?
Necmi: Yine Erdal Demirkıran’ın çalışması bu. Kashna Kaf Dağı’nın arkası anlamına geliyor. Nasıl dahi olunur? Nasıl beyninin 2 tarafını da kullanırsın? Beynini nasıl daha çok kullanırsın gibi şeyler anlatıyor.
Dahiler sistemli çalışan, vazgeçmeyen insanlar. Bir şey istiyorsan gerçekten başaramamana imkân yok aslında. Oturup bir şeyler olmasını beklememek gerek.

Merve: Yeni projelerinden biraz bahseder misin?
Necmi: Bir sinema filmi senaryom var.1milyon dolara çıkacaktı, bulmak zor olacağı için maliyeti düşürmeye çalışıyorum, maliyeti 600-700.000 Dolara nasıl çekeriz diye uğraşıyorum.
Onun dışında bir televizyon projesi var, kanallarla görüşüyoruz.
Bir de Şafak Sezer ile”Çöplük” isimli bir film projesi üzerinde konuşuyoruz.

Merve: Twitter’da ve facebook’ta herkes 10 TL bilet ücretini peşin versin, filme sermaye yapalım sonra sinemada ücretsiz izlesinler şeklinde bir öneri sundun. Bu dünyada örneği olan bir çalışma mı? Yapılabileceğini düşünüyor musun?
Necmi: 2-3 ay önce Elif’ in programında söyledim, gürültüye geldi tam konuşulmadı.
Başka örnek var mı bilmiyorum, ben buldum sanırım.
Yasal yönünü araştırıyorum. Kolay değil. Örneğin birisi bir film için Facebookta
1’er TL yardım olarak toplamak istemiş, ama benim sistemim farklı. Bağış istemiyorum, ben biletleri önceden satmış olacağım. Para verene üzerinde belirli bir numarası olan biletler verilecek, filmi de o biletle izleyecekler.
Merve: İnşallah düşlediğin filmi çekebilir ve özgeleceğindeki düşüncelerini en kısa sürede gerçekleştirirsin. Teşekkürler.

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Düşün düşün...

Düşün düşün..
Bütün sene ders çalışıp sınava girmeden 1 hafta önce “Hiçbir şey bilmiyorum ben!” diye sinir krizleri geçiren öğrenciler, sınavdan çıkınca yaptığı 1-2 yanlışı fark edip “çok kötü geçti!” diyenler gibi sınavda üstün başarı gösterecek olanlardır. Ama tamamını doğru yanıtlayamadıkları için kötü geçti derler.
Oysa az bilen ya da hiçbir şey bilmeyenlerde bir cahil cesareti, bir kendini bilmezlik vardır. Her şeyi ben bilirim, küçük dağları da ben yarattım havalarında gezerler. Kendi bildikleri onlar için tek doğrudur, eleştiri de kabul etmez, burunlarının dikine giderler.
Sesi bile olmayan, bir şekilde meşhur olmuş şarkıcının konservatuar mezunu 4-5 oktav sesi olan bir başkasından daha başarılı olması da belki de bu cesaret farkından kaynaklanmaktadır. Biri “ay notayı doğru bastım mı, ay bu şarkıyı şu notadan okusam daha mı iyi olurdu” diye düşünüp dururken diğeri zaten başka alternatifi bulunmadığından konserden konsere, tv’den tv’ye gezmeye başlamıştır bile.
Üniversitelilerin çoğunun işsiz olması da bu yüzden. Önlerine çıkan işleri beğenmiyorlar, eğitimlerine karşılık teklif edilen ücretleri tatmin edici bulmadıkları için evde oturmayı tercih ediyorlar. Hatta yüksek lisans yapanların işsizlik oranı daha da yüksek. Kendinizi ne kadar geliştirirseniz,standartlarınızı ne kadar yükseltirseniz beklentiniz o kadar artmakta,azla yetinme isteği ortadan kalkmakta.
Aynı durum güzel kızlar için de geçerlidir. Kimseleri kendilerine yakıştıramadıkları, armudun sapı üzümün çöpü diye herkese bir kulp taktıkları için evde kalma olasılıkları da yüksektir.
Sonra da yakışıklı erkekler neden çirkin kızlarla birlikte diye şaşar dururlar.
Kendini bilmek güzeldir de, bu sizi her zaman başarıya götürmez.
Emeklemekte olan bir bebek,”şimdi ayağa kalkarsam kesin düşerim, en iyisi oturayım” diye düşünebilseydi yürümeyi öğrenebilir miydi?
Başarmak için cesaret gerekir.
İlk adımı atmadan asla gideceğiniz yere varamazsınız.
Eskilerin dediği gibi azı olmayan çoğu bulamaz.
Şans insanın ayaklarına yalnızca yürürken dolanır.
Yoksa düşün düşün …çoktur işin.

7 Mayıs 2010 Cuma

Avukat Olmak




AVUKAT OLMAK
Bazı önyargılarla da savaşmak demektir.
İlk önyargı “Siz avukatlar çok konuşursunuz di mi?” şeklinde bir soruyla gelir.
Hayır, biz o gördüğünüz Amerikan filmlerindeki gibi bir sistemde çalışmıyoruz.
Jüri yok, zaten öyle tiratlar atacak vakit de yok. En uzun duruşmamız 5 dakika sürer. Onda da genellikle dilekçemi tekrar ederim, deriz.
Hatta bazı hakimler o kadar anlayışlıdır ki, yüzümüze bakarak “Davalı vekili dilekçemi tekrar ederim, dedi” der, siz başınızı onay anlamında sallarsanız ağzınızı bile açmadan duruşmadan çıkabilirsiniz.
Çünkü biz de çok konuşan değil, çok yazan kazanır. Hukuk sistemimizde yazılılık esastır.
Siz fırsat bulup mahkemede 10 dakika konuşsanız bile katip, sadece hakimin ağzından çıkanı zapta geçirir. O yüzden biz gerekmedikçe konuşmakla yormayız kendimizi, her şeyi yazarız.
Zaten bizde davalar da uzun sürer. Söz uçar yazı kalır sözü boşuna söylenmemiştir.
Siz dün akşam ne yediğinizi bile hatırlamazken, yüzlerce dosyaya bakmakla yükümlü bir hakimin söylenilen her sözü aklında tutması da beklenemez.
Örneğin 4 sene süren bir davamda 3 hakim değişti. Herhangi bir talebimi ilk hakime söylemiş ama, yazılı olarak vermemiş olsaydım, kararı veren son hakimin bunları bilebilmesi mümkün olmayacaktı.
İkinci önyargı; Avukatlar her kanun maddesini, örneğin ileride işlemeniz muhtemel bir suçun sonucunda kaç yıl hapis yatacağınızı ezbere bilmelidir.
Ben 2000 yılında hukuk fakültesinden mezun oldum, mezun olduktan sonraki 10 yılda okulda okuduğum kanunlardan, değişmemiş olan bir tane yok, ilaç için.
Sürekli yeni çıkanları takip etmek,araştırmak,okumak zorundayım.
Üçüncü önyargı;Sorununuz acil olmasa da gece yarısı veya pazar sabahı avukatınızı arayabilirsiniz, size cep telefonunu verdiyse artık en yakın arkadaşınız, hatta Güzin Ablanızdır. Hem sır saklama yükümlülüğü de var, kimseye anlatamaz.
Eski eşinizle ve hatta eski kaynananızla aranızdaki ilişkiyi uzun uzun anlatın, adam dövme planlarınızı bile anlatabilirsiniz, dövmeyecek olsanız bile içinizde kalmasın, zehrinizi akıtın rahatlarsınız.
Hem zaten psikoloğa gidip para vermenize gerek yok avukatlar danışma ücreti bile almıyorlar, derdinizi dinlediler diye mi para alacaklar.
Para demişken bir de avukatlar zengindir önyargısı vardır.
Doktora gittiğimizde şöyle bir bakıp,2 aspirin iç geçer demiş olsa bile muayene ücreti ödeyeceğimizi biliriz de, avukata bir ücret ödememiz gerektiğini düşünmeyiz.
En az 4 yıl üniversite eğitimi,1 yıl köle gibi çalışılan avukatlık stajı ve sonrasında sürekli değişen kanunlara adapte olmak için sonsuz ders çalışma, kendini yenileme zorunluluğu vardır. Ama bilginin, deneyimin ve emeğin karşılığı yoktur.
Avukat nasılsa pazarda LİMON falan satıp zengin olmuştur. Siz vekalet vererek kendisini onurlandırdığınız için dava harç ve masraflarını bile vermenize gerek yoktur, avukat bir yerden kredi ya da borç alıp öder ne olacak ki
Dava sırasında da mutlaka internetteki forumlardan konuyu kendiniz araştırıp avukatın konuyu sizin kadar iyi bilmediğini ispatlamaya çalışın. Nasılsa para vermiyorsunuz bari yardımcı olun, sevaptır.
Sonra adliyede temizlikçi, mübaşir kim olursa, varsa bir tanıdığınız mutlaka ona da danışın.
Hatta benzer bir dava daha önce başından geçmiş olan arkadaşınız avukattan daha iyi bilir, yapılan her işlem için arkadaşınızdan teyit isteyin.
Avukata danıştığınızda davayı açıp boşuna masraf yapmamanızı öneriyorsa inanmayın, iyi avukat adamı ipten alır, kesin karşı tarafı tanıdığı için öyle diyordur.
Avukatlara boşuna ne avukatısın diye de sormayın. Hem Türkiye’de branşlaşma yoktur hem de reklam yasağı vardır, boşanma avukatıyım ya da ceza avukatıyım dememiz bile yasaktır aslında, suça teşvik etmeyin bizi.
Avukatınıza öyle her şeyi de olduğu gibi anlatmayın, kendinizi iyi ve haklı gösterin. Mesela siz o davayı daha önce açmış ve kaybetmiş olabilirsiniz ama bu “ufak” bir ayrıntı dava başladığında nasılsa karşı taraftan öğrenir, yormayın kendinizi.
Adliyelerde saatlerce yalnızca 2 dakika sürecek bir duruşmayı beklemek, tozlu arşivlerde dosya aramak, sizi görevini yapan bir avukat değil davanın tarafı zannedip hakaret ve tehditler yağdıran insanlara, bugün git yarın gelci, küçük dünyaları ben yarattımcı memurlara katlanmak işimizin parçasıdır.
Onun için bizim için üzülmeyin, bize bir şey olmaz.
Sahi, LİMON ister misiniz?

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Günlük burç falınız

Günlük burç falınız
Elektrik icat edilmeden önce televizyon seyretmek, internette “chat yapmak” gibi seçenekleri fazla olmadığından olsa gerek, insanlar gökyüzünü incelemişler.
Geceleri ışık da olmayınca, yıldızlar çıplak gözle bile net bir şekilde görüldüğünden onlara anlamlar yükleyip vakit geçirmişler.
Çocuk dergilerindeki bilmecelerde noktaları birleştirip resmi ortaya çıkarmamız gibi, eski insanlar da, birbirine yakın olan yıldızları çeşitli figürlere benzetmişler.
Doğal olarak da o sırada çevrede ne varsa, ona benzetmişler; koç, boğa, yengeç, aslan,balık ..
Burçları günümüzde tanımlayacak olsaydık muhtemel isimleri; uçak, ufo, televizyon, bilgisayar olurdu.
Yıldız haritası yerine google earth denirdi belki de.
Ben burçlara inanmam, dünya üzerinde 12 çeşit insan olduğuna kimse inandıramaz beni derim. Bunu söylediğimde “ama yükselenler farklı” gibi cevaplar alırım. Ay burcu,yılan burcu gibi kombinasyonlarla insanları sınıflandırıyorlar.
Terazi burcuyum, yükselenim de terazi. Terazi burcunun özelliklerine bakınca; keskin zekası, dayanılmaz gülüşü, sanatseverliği, diplomatlığı, adalet severliği gibi özellikleri olan burcumun gerçek olduğuna birden inanır hale geliyorum.
Burçlara inanmam diye başlayan cümlemi, evet zeki ve güzel bir teraziyim ben diye bitirince de terazinin aslında dengeyi bulana kadar zaman zaman dengesiz olabildiği yönündeki yorumlar aklınıza gelebilir, gelmesin! Ben terazinin yalnızca iyi özelliklerini aldım, kötü özelliklerini kıskanç akrep çaldı zaten benden!
Evlilik programlarında bile ilk soru olarak “burcunuz ne ?“diye soruluyor. Benim bildiğim önce eğitimi, mesleği sorulur.
Malum kendisi doğmadan 5 yıl önce ölen abisinin nüfus cüzdanını kullanan insanların ülkesindeyiz, belki adam burcunu yanlış biliyor. Sırf bu yüzden gül gibi kısmeti tepip evde kalacaksın haberin yok.
En çok da gazetelerdeki günlük burç yorumlarına gülüyorum. Küçükken abimle bir gazetenin bir hafta boyunca yayınladığı falları yan yana koymuş ve aynı yorumları her gün farklı bir burca, noktasına bile dokunmadan yazdıklarını keşfetmiştik.
Sevgili kova burcu, demem o ki, bugünkü burcunda loto oynamalısın yazdığı halde oynayamadıysan, yarın bir ikizlere rica et senin yerine oynasın.
Sevgili boğa, bugün kırmızı ışıklardan uzak dur, ehliyetine ceza yazılabilir.
Sevgili balık, bugün Galata Köprüsü civarında yüzme, oltaya gelme. Bir de büyük balıklara dikkat et.
Sevgili oğlak, ne zaman büyüyeceksin, senin yaşındaki keçiler çoktan çoluğa çocuğa karıştı.
Sevgili Yengeç sen de yan yan yürümeyi bırak artık, iki adım ileriye gidemiyorsun.
Tüm burçlar bölünmeyip birleşirseniz; bundan sonra daha çok güleceksiniz, gülümsemenizi bulaştıracaksınız.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

YEMEMEKTEYİZ

YEMEMEKTEYİZ
Uzun süredir ekranlarda bir yemek yarışması var. Bu programı bir yabancı, örneğin bir İngiliz ya da İsveçli seyretse Türkleri nasıl tanırdı diye düşünmeden edemedim.

İşte size bu programı 1 hafta boyunca izleyecek bir yabancının Türkler hakkında edineceği ilk izlenimler;

Her beş Türk’ten biri halkla ilişkiler uzmanı, biri şarkıcı, biri efemine, bir tanesi de vejetaryendir. Her 3 kadından en az ikisi platin sarısı saçlıdır.

Önüne konulan enginarı kerevizden ayırt edemese de, Türk halkının tamamı gurmedir. Zira gurmeliği “asla dereotu yememek” gibi farklı kriterlere dayandırarak, yemek seçmek olarak algılamaktadır.

Müslüman bir ülke olan Türkiye’de kadınlar yemek yaparken bile dekolte giyinmektedir.
5 kişilik ev davetlerinde bile uzun saten tuvaletler, kuaförde yapılı saçlar, derin dekolteler, ötrişler ile misafire verilen değer gösterilmektedir.

Türk evlerinde sofra düzeni de oldukça gösterişlidir. Masa örtüsü üzerine mutlaka bir runner serilmekte, gümüş şamdanlar ve cenaze çelengi boyutunda bir çiçek ortaya konarak davetlilerin birbirlerini görmeleri kısmen engellenmektedir. Zira Türkler bilinen anlamda misafirperver değildir.
Evlerine ilk kez gelen konuğa Türk misafirperverliği gereği galoş giydirilmektedir. Bu hijyenik karşılama üzerine misafirler de ev sahibinin mutfak dolaplarını karıştırmak suretiyle hijyen denetimine kendisinin de en az ev sahibi kadar önem verdiğini kanıtlamaktadır.
Konuklar ev sahibinin dağınıklığını, beceriksizliğini kibarca yüzüne vurmakta, tatlı tatlı atışmalarla yemek yenmektedir.

Türkler formlarını sofradan doymadan kalkmalarına borçludur. Daha doğrusu, tabağa konulan yiyecekler bıçağın ucu ile ameliyat yapan cerrah edasıyla şöyle bir didiklenmekte, birkaç lokma yendikten sonra pişmemiş veya fazla pişmiş tarzında bir eksikliği söylenmek suretiyle terk edilmektedir.

Türklerin nazar değeceğine ilişkin inanışları da sofradaki konuşmalarda oldukça etkili olmaktadır. Davetliler önlerine konulan yemeği beğendiklerini asla söylememekte, teşekkür etmek yerine “bunun tuzu eksik”,”benim bildiğim analıkızlı çorbası böyle yapılmıyor” demek suretiyle ev sahibine nazar değmesine engel olmaya çalışmaktadırlar.
Hatta işi daha da ileri götürüp saçından kopardığı bir tel saçı tabağına koyarak, ev sahibini ömür boyu nazardan korumaya çalışanlar da takdire şayandır.

Türklerin en çok bilinen yemekleri paçanga böreği, mercimek çorbası, makarna ve bizim aslında İtalyanlara ait olduğunu sandığımız tiramisu tatlısıdır. Öyle ki Türkiye’de yaşayan bir İtalyan’ın katıldığı bölümde “elin İtalyan’ı tiramisu yapmayı Türklerden iyi mi bilecek” demek suretiyle kendisine doğrusunu öğretmiş, haddini bildirmişlerdir.

Türkler asla kinci insanlar değildir. Gecenin sonunda yarışmacılardan şarkıcı olanı, diğerlerine sürpriz yaparak şarkı söylemekte, az önce saç saça baş başa kavga etmiş olan diğerleri de bir şey olmamış gibi karşılıklı göbek atarak işi tatlıya bağlamaktadırlar.
Yine nazar inanışları gereği, puanlama aşamasında da birbirlerine 10 üzerinden 2-3 gibi düşük puanlar vererek, arkadaşlarını nazardan korumak için üstün çaba gösteren fedakâr insanlardır Türkler.