28 Eylül 2011 Çarşamba

İYİ Kİ DOĞMUŞUM




Bugün benim doğum günüm. Kaç yaşıma girdiğimi söylemiyorum bir süredir, çok ısrar eden olursa doğum yılını söylüyorum, hesaplamayı kendiniz yapıverin bir zahmet.

Aslen buçuklu yaşları geçmiş doğum günü çocuklarını böyle sevimsiz soru ve imalarla meşgul etmemek adettendir, değilse bile olmalıdır.

Hatta doğum günü çocuğuna hediyeler almak, çiçekler göndermek, sürprizler yapmak da sevdiğimiz adetlerimizdendir, itinayla yaşatılmalıdır.

Doğduktan sonra ilk eve giderken abime çikolata ve oyuncaklar götürdüğüm, birbirimizi kıskanmayalım diye abimin doğum gününde bana, benim doğum günümde ona da hediye alınan günlerden abimin de bana hediye aldığı günlere geldik.

Duruşma sıramın gelmesi için mahkeme kapısında geçmek bilmeyen şu zaman, iş yılların uçup gitmesine gelince ne de çabuk geçiveriyor öyle.

İpek Ongun’un yaş 17’sini okuyup “Ah bir 17 olsak” dediğimiz yaşlarımızı gülümseyerek hatırlıyorum.

Üniversiteye kayıt yaptırdığımda 17 yaşında idim ve Foça’daki barlara henüz 18 olamamışken üniversite kimliğimi gösterip girdiğimi hatırlıyorum.

Çocukken sorulduğunda; “3,5 yaşındayım” şeklinde yaşımızı marifetmiş gibi bir üst yaşa yuvarladığımızı unutup şimdilerde “Ama ben eylül doğumluyum, daha doğum günüme çok var” ya da “1 yaşında doğmuyor ki insan” diyip bir alttaki yaşa yuvarlamayı tercih ediyorum nedense.

Birileri “Aa yaşını hiç göstermiyorsun, ben seni yeni mezunsun sanmıştım” dediğinde içten içe sevineceğimi, “Ah şu okul bir bitse de kurtulsak” diye düşündüğüm günlerde aklımın ucundan bile geçirmemiştim.

(Ne kadar zaman önce olduğu önemli olmayan) 30. doğum günümde yaşımı 30’a sabitleme kararı almıştım. Yani en az bir 10 yıl boyunca 30 kalmayı planlıyorum kısmetse.

Kimilerinin aksine doğum günümü kutlamayı, sevdiklerimle paylaşmayı çok severim. O yüzden her yıl farklı bir şekilde bu mutlu günü kutluyorum.

Hatta kutlamalar birkaç gün öncesinden gelen telefonlarla başladığı için buna “kutlu doğum haftası” diyorum. Yaşımı sabitlemiş olduğumdan artık yaşlanmıyor olsam da yaş günümü yurtta ve tüm dünyada renkli törenlerle kutlamayı seviyorum.(Ne var internet çağında değil miyiz?)

İnternet sağolsun, twitter’dan, facebook’tan doğum günümü öğrenip kutlayanlara, cep telefonumdan tebrik mesajı atanlara, arayanlara teşekkür etmekten yoruldum, öğle yemeğim buz gibi oldu falan ama hiç şikâyetçi değilim. Yani sanırım bir 400 kere daha “teşekkür ediyorum” diyecek olsam hayır demem bugün.(401) Sevildiğini bilmek güzel şey…

Burçlarla pek ilgim olmasa da yükselenim de aynı olduğu için duble terazi olduğumu ve kendi burcum diye demiyorum ama terazinin çok süper bir burç olduğunu da biliyorum.


İyi ki doğmuşum, iyi ki doğum günümü hatırlayan dostlarım var. Beni bugün gülümsettiğiniz için “teşekkür ederim” (402), sizlere de bulaşmıştır inşallah gülümsemem.


NOT: Doğum günü şarkısı olarak MFÖ’den “yaşın hep 19”u seçtim.

24 Eylül 2011 Cumartesi

BİR ZAMANLAR TWITTER’DA




Dün twitter’a girdim, tweetlere şöyle bir göz atarken Ahmet Hakan’ın “Yarın Nuri Bilge filmi günü: öğleden sonra benimle filmi seyretmek isteyen altı kardeşimiz, dm'den mesaj sarkıtsın... "ilk altı" konuğumdur.” Şeklindeki tweeti gözüme çarptı.
Binlerce takipçisi olduğu ve ben de tweeti biraz geç gördüğüm için pek umudum olmasa da şansımı deneyerek kendisine mesaj attım. Yaklaşık yarım saat sonra “yarın sinemanın altındaki cafede buluşuyoruz” şeklindeki mesajı gelince şanslılardan olduğumu anladım.
Bu arada talep çok olduğu için kişi sayısını 6’dan 20’ye çıkartmış olmasının da payı büyüktü elbette.
Gece Ahmet Hakan’ın klasik “vakitlice yatın” uyarısı ile çok da geç olmadan yattım, cumartesi öğlen 12.30’daki buluşmamıza erkenden gittim.
Buluşma yeri olan cafede masalarda tek başına oturarak beklemekte olanların bizden olacağını tahmin ettiysem de şansımı zorlamadım, Ahmet Hakan’ın gelmesini bekledim. Zaten geldiği anda 20 kişinin birden aynı anda yerlerinden kalkarak ona doğru yönelmesi de görülmeye değerdi.
Kahveler içildikten sonra sinema salonuna geçtik, evsahibimiz hiçbir masraftan kaçınmayıp bizim için salonu da kapatmıştı sanırım. Gerçi arka sıralarda salona bizden habersiz gelmiş olan Teoman’ın olduğu ancak filmin başında sıkılıp çıktığını da sonradan öğrendim, belki de Ahmet Hakan bu kadar güzel kızla birlikte film izlerken kendisinin yalnız olmasından hoşlanmamıştır. Ne diyelim tweetleyen kazanır, elması kızarır sevgili Teoman.
Film sonrası bahçedeki cafede öğle yemeğimizi yedik hep beraber.
Masa bu sırada fikren ikiye bölündü; filmi muhteşem bulanlar ve bulmayanlar.
Açıkçası ben muhteşem bulmayan taraftaydım.
Bir kere film inanılmaz uzundu; tam 157dk. Bana kalırsa filmin 50 dakikası makaslansa bile hiçbir şey kaybetmez, hatta değeri artardı gözümde.
Nuri Bilge Ceylan sanıyorum filmi kuzey kutbunda çekmiş; filmin ilk yarısı gece 2. yarısı ise gündüzdü. Gerçi gündüz olan sahnelerde de kapalı bir hava olduğu için oldukça kasvetli bir atmosferi var filmin.
Konusu da zaten bir cinayet araştırması üzerine kurulu olduğu için bu mazur görülebilir.
Filmi beğenmediğim düşünülmesin, oyuncular oyunlarının hakkını vermiş, mimikleriyle bile çok şey anlatıyorlar. Arada izleyenleri, güldürmese de gülümseten birkaç ince espri de ağır ilerleyen senaryoyu daha izlenir kılıyor.
Filmin başında arabaların zifiri karanlıkta virajları dönerken farlarının toz dumanında yarattığı görüntü arabaların ardlarında alev saçmaları gibi harika bir manzara sunuyordu gözlere.
Ağaçtan kopup derede yuvarlanan elmanın yolculuğu da Nuri Bilge’nin şiirsel anlatımının güzel örneklerinden biriydi.
Filmde erkek egemen bir durum var. Koca film boyunca, tekrar ediyorum, yazıyla yüzelliyedi dakika boyunca hepi topu 3 kadın görüyoruz ve bu kadınların ağızlarından çıkan kelime sayısı da 3’ü geçmiyor.
Yani Amerikan filmlerindeki klasik senaryolardaki gibi güzel kadın- yakışıklı jön- filmin sonunda mutlu son beklentisi içinde olanlar bu filme sakın gitmesin.
Filmin sonu ağzınızı açık bırakıyor çünkü aslında film bitmiyor.
Jenerik akarken acaba araya son bir sahne daha girer de film bir şekilde sona erer mi diye uzun süre bekledik ancak filmin sonu tamamen hayal gücünüze bırakılmış.
Festivallerde ödül alan filmleri genelde sıkıcı bulurum.
Masanın Bir Zamanlar Anadolu’da konusunda ikiye ayrılmasından sonra bunun nedenini çok net bir şekilde anladım bugün.
Masada mesleği oyunculuk, olan ya da sinema tv bölümünde tahsil görmekte olanlar filme bayıldılar. Benim gibi sade vatandaş izleyiciler ise, o sırada Ahmet Hakan’a telefonla bağlanan Ertuğrul Özkök’e uyup, Karayip Korsanları’na gitseydik bari biraz gülerdik havasına büründüler.
Festival jürilerinin de genellikle ünlü oyuncu ve yönetmenlerden oluştuğu düşünülürse seyirci ile jüri arasındaki görüş ayrılığı çok net bir şekilde görülebilir.
Filmin sanat toplum için midir, sanat için midir şeklindeki tartışmalara son derece iyi bir örnek teşkil ettiği kesin.
Ya da belki de ben yanılıyorumdur, bu tip filmlerde asıl ödül filmi sabırla izleyen seyircilere veriliyordur, kim bilir.
Sonuç olarak 20 yeni dost edindiğim bugün benim için unutulmazlar arasındaki yerini alacak elbette.
Marifet iltifata tabidir; Ahmet Hakan’a bugünkü ev sahipliği için ne kadar teşekkür etsek az. Hepimizle teker teker ilgilendi.
Yeşil gözleriyle gülümseyerek bakan bu adam, ünlü olmasına, 20 kişiye tek kuruş harcatmadan ev sahipliği yapmasına rağmen kibirden uzak ve çok sempatikti.
(Merak edenler için o, filmi çok beğenmiş.)