29 Kasım 2011 Salı

HAYAT AĞACI

Afişte Brad Pitt ve Sean Penn’i görüp “hadi gidelim” dediğim film. Gerçi bize biletleri satan kızın acıklı bakışına anlam verebilseydik o anda başka bir filme gitmeyi akıl edebilirdik.
Ancak kader ağlarını acımasızca örmüştü bir kez.
Masum bir şekilde salondaki yerlerimizi aldık. Film başladı, Brad Pitt’i gördük ancak aradan geçen uzun ve çok uzuuun dakikalara rağmen filmde anlamlı bir şey olmadı. “Keşke yan salondaki banka filmine gitseydik, daha az sıkılırdık” bile dedik ancak azimle izlemeye devam ettik.
Sonra muhtemelen Rtük sinemaya ceza verdiği için araya çeşitli belgeseller girdi. Yoksa filmle hiçbir şekilde ilgisi olmayan, yanardağ, deniz, akarsu ve hatta dinazor! görüntülerini üst üste izlememizin hiçbir bir anlamı yoktu.
Bu arada zaten oldukça boş olan salonda kapasitesinin üzerinde bir konuşma sesi başladı. Herkes bizim gibi sıkılmış, muhabbete dalmıştı anlaşılan.
Belgesellerden sonra Brad Pitt tekrar göründü, çocuklarına 2 kelime söyledi, kayboldu.
Filmde bir çocuk öldü ama neden öldü, Niyazi oldu muhtemelen de filmin derdi bunu anlatmak değil, başka bir çocuk annesinin geceliğini çalıp akarsuya attı, “acaba gay mi olacak, annesine mi âşık, ne olacak?” diye bekledik ama filmin derdi bu da olmadığı için bu çocuğun bunu neden yaptığını da anlayamadık tabi ki. Aslına bakarsanız film çok sanatsal olduğu için biz zaten filmden hiçbir şey anlamadık ama bunu kabullenemediğimiz için yarıda bırakıp çıkmayı da beceremedik.

Önümüzde oturan 4 erkekten 3’ü; “abi biz çıkıyoruz, sen sonra bize sonunu anlatırsın” diyerek 4.’yü tek başına bırakıp çıktılar.
Muhtemelen 4. arkadaş seçmişti filmi, böyle teşekkür ettiler kendisine. Arkamızda oturan kızlardan biri; “burada izlemek yetmez, dvdsini de almak lazım” dedi. O derece sıkı(cı) bir film anlayacağınız.
Üstelik bu film ödüllü, bir daha Oscar dışında herhangi bir ödül almış filme gitmek istersem lütfen beni bağlayın, uyarmak falan yetmez.
Hakkını yemeyeyim filmde çok güldük gerçekten ama film kesinlikle bir komedi filmi değil, biz kendi aramızda gözlerimizden yaş gelinceye kadar güldük, iyi oldu tavsiye ederim. Siz de gidin filme.

28 Kasım 2011 Pazartesi

CAM

Salonda yer yok, gişede bir hanım iade bilet olup olmadığını öğrenmeye çalışıyor. Neyse ki biz önceden almıştık biletlerimizi, içeri geçip salondaki yerlerimize kuruluveriyoruz.
Oyunun başlamasını beklerken dekoru inceliyorum. Duvarda asılı bir Frida fotoğrafı, tuvaller, heykeller, şövaleleriyle burası bir resim atölyesi olmalı. Oyunla ilgili kitapçığı karıştırınca dekorun Barış Dinçel’e ait olduğunu ve buranın gerçekten bir resim atölyesi olduğunu öğreniyoruz.

Oyun boyunca birkaç ufak tefek değişiklik dışında dekor hep aynı kalıyor, oyuncuların kostümleri değişiyor.
Zaten ruh hallerini renklerle simgeleştirmiş kadınlar. İpek (Deniz Çakır) kırmızıların, Rüya (Dolunay Soysert ) morların kadını, Selen Üçer ise renksiz bir kadınken oyunun sonunda o da Camdan giren rüzgâra kapılıveriyor.

Oyunda adeta havaya görünmez bir para atılıyor; önce yazı geldiğinde neler olacağını izliyoruz, sonra 2. perdede “tura gelseydi ne olurdu?”yu izletiyorlar bize.

Hayat da böyle değil midir zaten, biz yazı ya da tura dediğimizde şansımızı denediğimizi sanırken, para havaya atıldığında görünmez bir el (belki de burada olduğu gibi rüzgar) atılan paranın yönünü değiştirmez mi?

Oyunun ilk yarısında Mete Horozoğlu’nu sadece yarım kalmış bir tabloda görüyoruz. Oyunu birlikte izlediğim arkadaşım, oyundan az önce yürüyen merdivenlerde kendisini gördüğünü söylemese, oyundaki varlığının bundan ibaret olduğuna neredeyse inanacaktım. Ancak 2. perdede rüzgâr ters yönden esmeye başlıyor ve Mehmet (Mete Horozoğlu) sahneye çıkıyor.
2. sahneyi izlerken ilk sahnede gördüğümüz bazı şeyleri tekrar gördüğümüzde ilk anda anlam veremediğimiz ipuçlarını da teker teker puzzledaki yerlerine oturtmaya başlıyoruz.

Agatha Christie’nin söylediği gibi duvarda bir tüfek varsa romanın sonunda o tüfek patlar. Ancak Cam, tüfeği gösterdiği halde zekice kurguladığı için nasıl patlayacağını çoğunlukla patlayana kadar anlamak mümkün olmuyor ki bu da oyunu keyifli hale getiriyor.

Deniz Çakır Yaprak Dökümü’nde döktüğü gözyaşlarından sonra gülmeye başlamış bence çok da yakışmış, komediye devam etmeli. Ancak sayesinde kapalı alanda sigara içme yasağı sahnede birkaç kez deliniyor ki oyunun bütün geliri cezaya kurban gidebilir, korkarım.

Selen Üçer’i ne yalan söyleyeyim, Hanım’ın Çiftliği dizisinden hatırlıyor ancak ismini bilmiyordum ama sanıyorum yakın zamanda herkes öğrenecektir.

Eve gelip de evdekilerin “Cam neymiş?” sorusunu duyana kadar oyunun ismi hakkında hiç düşünmediğimi fark ettim. Aslında bence adı rüzgâr da olabilirmiş pekâlâ, zira cam ile anlatılmak istenen aslında bir pencere ve ondan da ötesi oradan içeri giren rüzgârın ettikleri.
Oyundan aklımda kalan bir müzik yok, sadece dalga sesleri var ki o da patlamayan bir tüfek olarak duvarda asılı kaldı.

Oyunun ikinci yarısı kesinlikle daha keyifli. Mete Horozoğlu’nun katkısı göz ardı edilemez.
Levent Kazak’ı da tebrik etmeli, zeki ve klişelerden uzak esprileri ile keyifli bir oyun ortaya çıkarmış.

Çıkışta önümüzde yürüyen çiftten “Kaygan Zemin” isimli tiyatro oyununun da benzer bir “ya tersi olsaydı?” kurgusuna sahip olduğunu öğrenmemiz bile kurgunun başarısını gölgelemeye yetmiyor. Sadece sonunda verdikleri selam için bile Cam izlenmeye değer, diğer tiyatrocular da izleyip feyz almalı.

22 Kasım 2011 Salı

PAÇİ

Akşam tiyatroya, Paçi isimli oyunu izlemeye gideceğimi söyleyince teyzem; “Paçi Lazca bacı demek” diye aydınlatıyor beni. Oyun gerçekten de Karadeniz’de geçiyor.
Karadeniz ezgileri eşliğinde salondaki yerlerimizi alıyoruz, bir de dinmek bilmeyen bir kuş cıvıltısı var.
Acaba kuşun biri yanlışlıkla salona mı girdi diye çaktırmadan etrafa bakıyoruz ama ortalarda kuş resmi bile yok.
Oyun başlıyor, sahnede yerde bir dikiş kutusu var, sonradan Erkan Can’ın sahnedeki yerini almasıyla bunun bir alet kutusu olduğunu anlıyoruz.
Terzi olup sökük dikecekler diye beklerken marangoz olup çivi çakmaya başlıyorlar çırağıyla; belki de tam da bu yüzden çekici eline vuruyor Erkan Can.
Çünkü anlıyoruz ki aslında onlar tiyatro oyuncuları, dekorlarını tamir ediyorlar akşamki oyundan önce.

Tiyatro böyle bir şey, gerektiğinde dekorunu çakar, kostümündeki söküğü diker, makyajını kendin yaparsın. Tiyatro azıcık deli işidir. Televizyonda oynayacak bir dizinin tek bir bölümünden kazanacağınız parayı, tiyatroda tüm bir sezonda kazanamayabilirsiniz.

Paçi’de de oyuncular sahne aralarında kararan ışıkların altında dekorları kendileri yerleştiriyorlar, oyunla gerçeğin çok da farkı yok bu açıdan.

Erkan Can’a gelen giden Firet diyor. Firet Firet dedikleri Fred Çakmaktaş mı acaba diye düşünüyor insan ancak daha sonra Karadeniz şivesine alıştıkça kulağımız isminin Fırat olduğunu anlıyoruz.
Mahalle’nin muhtarlarının Temel’i Erkan Can, Paçi’de de Karadeniz şivesi ile oynamasına karşın farklı bir oyunculuk sergiliyor.
İnternette gezinirken öğrendiğime göre bu oyun için 37 yıldır aralıksız içtiği sigarayı bile bırakmış. Bence çok da iyi etmiş, zira bu oyun büyük kondüsyon gerektiriyor.

Oyuncular çok enerjik bir performans sergiliyorlar, sanırım ışıkların da etkisiyle oyunun sonunda her gece birkaç kilo veriyorlardır. Oyun boyunca sahnenin bir sağına bir soluna koşturmaca eksik olmuyor.
Biz seyrederken yoruluyoruz ama oyuncular azimli, üstüne bir de halay çekip kol bastı yapıyorlar.
Bir de Karadenizli olduklarını belli edercesine bol bol çay içiyorlar ama seyirciye ikram etmek akıllarına gelmiyor. Oysa şöyle tavşankanı çaylarımızı, Ajda bardaklarımızda yudumlayarak da izleyebilirdik oyunu.

Bir demet tiyatronun Füreyyası Neslihan Yeldan, Paçi’deki Leyla rolünde de hırçın. Üstelik eli de maşalı, maşa yerine süpürge kullanıyor ama bu canını sıkanları bir güzel pataklamasına engel olmuyor.
Karadeniz’in hırçın dalgalarından daha da tehlikeli Leyla’nın, herkesi peşinden koşturan dünya tatlısı Ayla isimli bir de paçisi var.
Oyun da bunun üzerine kurulu; zengin babanın tatlı kızıyla evlenmek isteyen adaylar Leyla engeline tosladıklarından, bir oyun edip ondan kurtulmaya çalışıyorlar. Ancak bir süre sonra kim avcı, kim av karışıveriyor.
Arada hafif politik göndermeler olsa da bu bir komedi. Özellikle Charlie Chaplin’in Şarlo’sundaki gibi durum komedilerinden hoşlananlar için geçirilecek güzel bir saat vaadediyor.
Ama siz yine de yerinizi en önden ayırtmayın, kafanıza bir golf topu inebilir ya da Leyla’nın süpürge darbelerinden nasibinizi alabilirsiniz, neme lazım.
Merve Gürcan