5 Temmuz 2011 Salı

SONRADAN GURME

İnsanlar sevdiklerini mutlu edebilmek için saatlerce uğraşıp 5 dakikada yeniliveren yemekler hazırlar, bıkmadan usanmadan. Üstelik pişirmekle de kalınmaz, süslenip püslenip özenle sofraya konulur.

Kimileri için yemek yapmak zevktir, kimileri içinse yemek.
Sevdiği açken “ben yemek yapmayı bilmem” diyebilen kişi onu gerçekte sevmiyordur, yoksa bir yumurta da mı kıramaz insan?

Gerçi yumurta diyip geçmeyin, Devlet-i Osmanlı’da padişah soğanlı yumurtayı tam kıvamında yapabileni saray mutfağına baş aşçı olarak alırmış.

Yemek üstüne içilen Türk kahvesinin de yeri ayrıdır.
Eskiden eve misafir geldiğinde kahveyle birlikte su getirilirmiş.
Misafir toksa kahveyi alırmış, açsa suyu. Suyu alırsa hemen sofra kurulurmuş. Böylece çok ince bir nezaketle anlaşılırmış hiç konuşmadan. Zira misafire aç mısın demek ayıp sayılırmış, kibarlığından evet diyemeyeceği için.

Annemler Boşnak kökenlidir ve onlarda kahve çok önemlidir. Bir yere kahve içmeye gidiliyorsa da mutlaka birer paket kahve ile şeker götürülür, “yarım elma gönül alma” denilerek. Bu da misafirin ev sahibine gösterdiği nezaketten kaynaklanıyor. Böylece evde kazara kahve yoksa çat kapı gelen misafire “evde kahve yok” demek zorunda bırakılmıyor ev sahibi.

İnsana gelmişini geçmişini anlatabilen başka bir içecek daha yok zaten şu dünyada. Ne demişler fala inanma, falsız kalma. Zaten kahve falında olay fala inanmak değildir, iki kişinin dertleşmesine aracı olmaktır; kahve bahanedir. 40 yıl hatırı olması da belli ki bu sırdaşlıktan kaynaklanır.

Eskiden komşuya tabak gidince illa ki dolu gelirdi geriye. Şimdi apartmanlarda kapı komşularımızı bile tanımıyoruz.
Artık “Ev alma komşu al” atasözünü duyanlar; “Evi alsaydık da başımızı sokacak bir yer olsaydı fena mı olurdu?” diyor.

Komşu komşunun külüne muhtaçtır oysa. Deterjanlar icat edilmeden önce kadınlar çamaşırlarını kül ile yıkarlarmış, bu atasözünün kökeni de sanırım buna dayanıyor.
Şimdi teknoloji ilerledikçe, çeşit çeşit deterjanlar bir market kadar, çok daireli apartmanlarda ise kapıcılar bir diafon kadar yakın. Komşuların kapısı çalınmaz, komşuda pişen de bize düşmez oldu.

Yemek kültürü bulunulan coğrafyayla da çok ilgili, insanlar çevrede yetişen bitki ve hayvanlarla, bulundukları yerdeki iklim koşullarına göre besleniyorlar. Sıcakta yaşayanların vücut ısılarını dengelemek için acı yemeleri ya da et alacak paraları olmadığı için protein zengini nohut ve sair baklagillere yönelmeleri gibi.

Yemek programlarını izlemek de hem keyifli hem de eğitici oluyor.
Örneğin muzun ya da balkabağının tatlı meyve olduğu önyargısı, bunların uzak diyarlarda yemeklere patates gibi sebze olarak konduğunu görünce bir anda yıkılıyor.

Yine bademin pilava karışması, yumurtaya ise -sütlaça koyduğumuz- tarçının konması ile yaratıcılığın sınırının olmadığını, tek sınırın kendi önyargılarımız olduğunu görüyoruz.

İstanbullular baklavayı fıstıklı değil, cevizli yermiş eskiden, baklavanın tazesi cevizlisiymiş zira. Cevizin eski adı koz.
Beykoz, Kozyatağı isimleri eskiden buralarda ceviz bahçeleri olduğunu hatırlatıyor. Cevizin bol olduğu yerde de başka türlüsü düşünülemez haliyle.

Gerçi şimdi yaşam değişti, Antep’in fıstıklı baklavası aynı gün uçakla İstanbul’a gelebiliyor.

Cevizlisi de fıstıklısı da güzel, her yiğidin yoğurt yiyişi farklı. Türkiye’nin şansı da bu farklılıkların lezzete dönüşmesi. Her yörenin yemekleri, tarifleri farklı ama hepsi çok güzel. Türk mutfağının dünyada önemli bir yer edinememesinin nedeni bence yaptığımız işin kıymetini bilmememizden ve pazarlayamamızdan kaynaklanıyor.

Örneğin saatlerce tek tek kalem gibi sarılan o canım yapraklara “sarma”, incecik yufkalarla hazırlanan, el emeği göz nuru yemeğe “börek” demiş, geçmişiz. Elin adamı gibi basit et kızartmasına “Le Chateau Briand” gibi fiyakalı isimler koyamamışız. Hâlbuki tatlı isimleri konusunda pek de maharetliyizdir, bakınız; dilberdudağı, hanımgöbeği, vezirparmağı…

Makarnadan başka yemek yapamayan, “sonradan gurme” bazı erkekler de mutfakta övünmek istediklerinde “Unutma, en iyi aşçılar erkektir” klişesine sığınırlar, oysaki bunun çok basit bir nedeni vardır; geçmişte kadınlar evlere hapsolmuş ve tüm hünerlerini sadece ev ahalisi ile akraba ve konu komşuya gösterebilmişlerdir.
Dolayısıyla da onların ünü ancak altın günlerinde duyulabilmiştir.

Kadın demişken, fakir kadınların şişman, zenginlerinse sıfır beden olmaları da ne yaman çelişkidir.

Kimisi çocuğum iyi beslensin kilo alsın derdinde kimisi de “aman çok yedim, kolestrolüm çıktı, şekerim yükseldi, gut oldum, diyet yapayım, kilo vereyim” derdinde.

Herkesin ortak derdi ise aynı; “Bugün ne yiyeceğiz?”

7 yorum:

  1. teşekkür ederim, ben de senin blogunu inceliyorum şu an
    :)

    YanıtlaSil
  2. Harika olmuş, ellerine sağlık :)

    Bir ilave de ben yapayım izninle;

    Eskiden bir yere gidip döndüğünde, "Yediğin içtiğin senin olsun. Neler gördün? Nasıl geçti seyahatin?" denirdi. Şimdi ise, yiyeceklerin fotoğrafları çekilip, sosyal ağlarda paylaşılıyor.

    YanıtlaSil
  3. Bayıldım..gerçekten harika bir anlatım tarzın var.kesinlikle ordan burdan duyduklarınla değilde bilerek ve araştırılarak yazılmış bir yazı.Yazında belirttiğin kahve konusuna gelirsek..Aslında bu gerçeği kendisinde kahve kültürü olduğunu söyleyen birçok kişi bile bilmez.Halen kahvenin yanında gelen suyun boğazdaki telveyi temizlemek amaçlı olduğunu düşünenler var.Ellerine kalemine sağlık.Size olan hayranlığım ikiye katlanmış durumda.teşekkürler kesinlikle teşekkürler lütfen devamınıda okuma isterim.

    YanıtlaSil
  4. Sonradan Gurmecimm insanın içinden yemek yapıp, arkadaşlarını davet edesi geliyor...dur bunu bi yapiymmm. seni de kahvenle bekliyim:))) şeker'e gerek yok çünküüüü sen varsın.

    YanıtlaSil
  5. tatlım benim, senden ala şeker mi olur.
    :)
    hadi yap bir organizasyon ben de sakızlı kahve getireyim olur mu?
    :)

    YanıtlaSil
  6. kalemine sağlık mervecim. gene çok nüktedan saptamalar ve çalışılmış tanımlamalar. seni okumak da sohbet etmek kadar büyük bir keyif:))

    YanıtlaSil