30 Ekim 2012 Salı

Prenses ve Supermen

Bir kadın ne kadar güçlü olursa olsun,erkeğin yanında güçlü olmak istemez,prenses olmak varken neden supermen olalım ki?

25 Eylül 2012 Salı

CEM ÖZER İLE LAF LAFI AÇTI

CEM ÖZER İLE LAF LAFI AÇTI Cem Özer’in 600 hafta boyunca bizleri ekran başına kilitlediği programının adı Laf Lafı Açıyor’du. Onunla çok sevdiği Bebek’te röportaj yapmaya giderken bu başarının sırrını sormayı düşünüyordum ama sohbet öyle aktı, gitti ki ben hazırladığım soruları sormaktan vazgeçip lafın lafı açmasına izin verdim. Ortaya da bu keyifli söyleşi çıktı. Aslında çok daha uzun konuştuk ama buraya ancak bu kadarını alabildim. Umarım sizler de okurken benim kadar keyif alırsınız. MG: İnternette artık ünlülere ulaşmak çok kolay, twitter ve facebook gibi sosyal ağlar sayesinde, bu kadar kolay ulaşılabilir olmak iyi mi? C.Ö: Ben hayatımın her döneminde elimden geldiğince kibirli olmamaya çalıştım. Mesela İzmir’de Alsancak’da otururken bir cafede gelir insanlar, konuşuruz. Bir kere etrafımda bir kalabalıkla, korumalar ve insan kalabalığı ile dolaşmam. Hayatımda en yüksek olduğum dönemde de olmadı, şimdi de yok, hiçbir zaman da olmayacak. Çünkü zaten bu işi yapmamın sebebi insanlar tarafından sevilmek, ben onu anlamıyorum. Tanınalım, ünlü olalım, insanlar gelsin bizimle fotoğraf çektirsin, sevilelim diye affedersin bir taraflarını yırtıyorlar, sonra da o noktaya gelince “öff” diyorlar. Adam seninle bir fotoğraf çektirecek mutlu olacak, hayatında bir anı olacak. Sana tanrı böyle bir sihirli değnek vermiş ama kullanmıyorsun insanları mutlu etmek için. Benim zaten komedyenliği seçmemin sebebi bu, benim hayatımda o kadar çok hüzünler oldu ki yani çok kakara kikiri bir hayat yaşamadım. Çocukluğumdan beri her şeyi hüznün üstüne inşa ettim. Sonra başkalarının da bu kadar hüznü olabileceğini düşünüp onları bir süreliğine de olsa güldürebilmek istedim. MG: Galiba komedyenlerin ortak noktası o, di mi? CÖ: Cem yılmaz böyle olmadığını söylüyor. MG: Belki çok zengin bir aileden gelmiş olsaydınız ya da fabrikatör olsaydı babanız… CÖ: Zengin aileden sanatçı çıkmaz. Sanatın motivasyonu yoksulluktur. Dünyada yok zengin aileden gelen. Olmaz, çünkü onların başka bir hayatı var, hayatı o kadar derinlemesine algılayabilecek durumları yok. Çok fazla oyuncakları var. Kendi oyuncağını kendi yapmak zorunda kalmayan bir adamdan yaratıcılık bekleyemezsin. Sanatçı hayatla boğuşmadığı zaman sanatçı olamaz; komedyen, ressam falan olamaz. Mesela ben her sabah kalkıyorum, kahvemi içerken mutlaka facebook’ta o gün doğum günü olanların doğum günlerini kutluyorum. MG: Bu sizin kişiliğinizle ilgili, örneğin garson bir şey getirdiğinde garsona teşekkür etmek gibi; kimisi “bu onun işi” diye düşünür, “yapması gerekiyor zaten, niye teşekkür edeyim” der. CÖ: Merve, hayatı yaşama kalitesi parayla pulla ölçülen bir şey değildir. Kültür dediğimiz şey zaten yaşamla ilişkidir. Nerede, nasıl yaşıyorsun? Benim parayla pulla benim çok fazla işim olmadı. Ben ne oturduğum evlerle ne sahip olduğum arabalarla ne tekneyle ne uçakla var olmadım. Hiçbir zaman üzerinde marka yazan bir şey giyemedim, rahatsız oldum. Bir marka bana bir şey katmaz ancak ben bir markaya değer katarım. Şu mesela Atlas Pasajı’ndan beğenip aldığım bir şey. Benim oğlum yoğurtlu kebap yemeyi çok seviyor. En son gittiğimizde kül tablası istedim. Komi getirdi, “Başka bir emriniz var mı efendim?” diye sordu. “Bir dakika, sakın kimseye başka bir emriniz var mı deme” dedim, “olsa olsa ricam olur. Ben kimim ki sana emredeceğim. Sen şu anda bana hizmet ediyorsun, ben tiyatroda, televizyonda sana hizmet ediyorum.” Dolayısıyla ben hayatımda benden aşağıda ya da benden yukarıda hiç kimseye rastlamadım. Yaptığımız işlerle sivriliyor, tanınıyor olabiliriz ama herkes benim için eşittir. Ben ciddi bir Marksistim, yani eski bir solcu falan değilim. Tabi ki biyolojik olarak farklıyız hepimiz, kimi daha zeki, kimi daha bilmem ne ama sosyal anlamda neticede hepimiz öleceğiz, ha ölmeyecek biri varsa eyvallah, ben ona biat edeyim. MG: Gençlik pahallı telefonlar, kıyafetlerle var olmaya çalışıyor, belki taksitle alıp borca giriyor. CÖ: İyi eğitim almak, iyi okulda okumak anlamına gelmez her zaman. Eğitim ancak ailenin davranışı ile şekillenir, yani bunların anne, babalarının davranışına bakmak lazım, çocukların kabahati değil. Mesela Nurgül Diyarbakır’da, Nejat hafta içi de bende kalıyor. Saat 17.00 ile 22.30 arası Nejatlayım. Onunla oynuyorum, onunla çocuk oluyorum, birlikte ödev yapıyorum, o ödevi bir oyun haline getiriyorum. Beraber bilgisayarda oynuyoruz, televizyon seyrediyoruz, çocuk kanalı seyrediyorum ben deli gibi. MG: Klasik oyuncaklarla oynuyor musunuz? CÖ: Oynuyoruz tabi, mesela geçtiğimiz yaz bahçeye kendimiz salıncak yaptık. Ağaçtan kestik, sapan yaptık. Klasik oyuncakla oynamayı bırak, üretiyoruz. Kutulardan araba yapıyoruz falan. O ailelere baktığın zaman, “neyin eksik?” diyor, “verdik her şeyi işte” diyor, “telefonun var, araban var, çantan var, her şeyin var” deyince çocuk da diyor ki; “benim her şeyim var, bunlarla ben adam oldum.” MG: Aslında size hazırladığım sorular vardı ama hiçbirini sormuyorum, sohbet o kadar kendiliğinden ve güzel ilerliyor ki, bölmeye kıyamıyorum. CÖ: Laf lafı açıyor’un sırrı da buydu. İlk 7-8 program bana dediler ki “hazırlıklı gelin”. Sorular hazırlandı falan, en kötü 7-8 program oldu. Çünkü sohbet olmadı. Ben şöyle baktım, evime bir misafir geldiği zaman hazırlanıyor muyum, yoo. O bilgi manyaklığı var ya her konuda iyi kötü cevap verecek kadar değilse de soru soracak kadar bilgi sahibi olmak; ben eve tesisatçı geldiğinde de evet tesisattan belki anlamıyorum ama soru sorabiliyorum, o kadar bilgi sahibiyim. Karşındakinin konuşmasından da nasıl iletişim kuracağını çözüyorsun. Dolayısıyla çıkınca laf lafı bir açıyor, zaten programın adı da o, alıyor başını gidiyor. Şöyle bir yanılgıya düşüyorlar, eğer komik olmazsa program izlenmez, sürekli şaka üretmeliyim. Hayır, bazen hüzün de gerekir, bazen gözyaşı da gerekir, bazen duygu da gerekir bazen susmak gerekir. Bazen sert bir laf gerekir, bazen eleştirmek gerekir. Neticede toplum orada seninle katarsise giriyor, seninle özdeşleşiyor, o toplumun sıkıntıları adına 1-2 laf söylemeni bekliyor. MG: Ben lisedeyken tiyatroda My Fair Lady’de oynamıştım. Oyun sırasında tekstte yer almayan esprileri birbirimize söyleyip birbirimizi şaşırtmaya çalışır, çok eğlenirdik. CÖ: Bizim mesela her oyun aşağı yukarı %15-%20 doğaçlamadır. Şakalar katılır, mizansenler değişir. Tiyatro yaşayan bir organizma. Bir oyun öncekine benzeyecekse hiçbir tadı yok. O zaman niye tiyatro yapıyorsun, filme çek, izlesin insanlar. MG: Sizin çocukluğunuza dönersek nasıl bir aile yapınız vardı? CÖ: Aile yapım yoktu. Ben bir ayrı anne baba çocuğuyum. Ben 1 yaşında falanken ayrılmışlar onlar. Uzunca bir süre ben üvey annemi yani babamın sonradan evlendiği eşini annem zannettim ta ki 8 yaşına gelene kadar. Onlar da boşanınca gerçek annemi sorgulamaya başladım ben. Çünkü kadın kayboldu ortalıktan. Sonradan öğrendim onun gerçek annem olduğunu. MG: Üvey anneniz nüfusta anneniz olarak göründüğü için düzeltilmesi için bir dava açmışsınız. CÖ: Nüfus kâğıdımda üvey annemin adı yazıyordu. Sonra kendi annemin adını yazdırdım. Bu da çok enteresan, gidiyorsun diyorsun ki hâkime; “benim annem bu kardeşim”, kadın diyor ki “evet bu benim oğlum.” Sen 2 tane şahit getirmek zorundasın. Böyle saçma şey olur mu ya? Şahit ne, doğarken mi gördü yani, ne? MG: DNA testi? CÖ: Yok istemediler. Sonra tabi üvey baba vardı, orada da huzursuz oldum. Babam öteki annemle barıştı. 1 sene tekrar oraya gittim, sonra tekrar buraya geldim, sonra tekrar oraya… MG: Bu arada neredesiniz? CÖ: İstanbul’da ama ben ilkokulu 4 okulda okudum bu yüzden. Elimde bir bavul bir oraya gidiyordum, bir buraya geliyordum. Sonra lisede stabil oldu bu iş ama artık çok geç olmuştu, zaten kimliğim oluşmuştu. Dolayısıyla o sıcak, mutlu aile yuvasını falan bilemediğim için hep onun peşinde koştum. Onu öyle çözebildim ancak, bunca evlilik yapmamın ve başaramamamın sebebi bu. Evlilik yapıyorum çünkü o aileyi oluşturacağım, başaramıyorum çünkü örnek yok önümde. Yani görmedim, nasıl oluyor bilmiyorum ki. Ailede, sülalede yani orta okuldan fazla okuyan bir tek bendim. Bilgi açlığı var, doğuştan gelen bir öğrenme açlığı var bende. Hala bir şey öğreneyim, şu nasıl çalışıyor onu öğreneyim derim. Her şeyi öğrenmeliyim. Mesela bu kül tablası nasıl yapılıyor? Bunu bilmeliyim; ne işime yarayacaksa. O yüzden çok survivorımdır. Beni bırak bir adaya yaşarım. Aileden bilgi gelmeyince bilgili insanların yanına yapışırsın, o yüzden ben mesela hep benden büyük arkadaşlar edinmiştim. Sonra tiyatroyu seçtim. Lisedeki edebiyat hocam Perihan Hoca’ya çok şey borçluyum, bendeki cevheri keşfedip işleyen odur. Ama mesela edebiyat derslerim zayıftı, o ayrı. Geçenlerde lise karnem elime geçti de Perihan Hoca’ya telefon açtım “ya hocam sanki edebiyatım çok iyi diye hatırlıyordum 3’müş”. “Kompozisyonun çok iyiydi” dedi. Hala görüşürüz. Hala “evladım” der bana. MG: Türkiye’de okulda notlarınızın kötü olması hayatta başarısız olacağınız anlamına gelmiyor. Sadece üniversite sınavına çalışarak da iyi bir okul kazanılabiliyor. CÖ: Ben Atatürk Erkek Lisesi yani devlet lisesinden mezun oldum. Annem beni kursa yazdırmış, “manyak mısın sen?” dedim, ben parayı aldım, Çeşme’ye tatile gittim. 490 puanla hukuk fakültesine girdim. İlk tercihimdi. MG: Avukat olmayı mı düşünüyordunuz? CÖ: Eğer tiyatroya, oyunculuğa yeteneğim olmasaydı avukat olacaktım ama Sultanahmet Adliyesi’ne gittiğimde “ben bu işi yapamayacağım” dedim. MG: Ne için gitmiştiniz ilk? CÖ: Merak işte, 4. Sınıftaydım. MG: 4. sınıfa kadar okuyup mu bıraktınız hukuk fakültesini? CÖ: Tabi, ben 2 ders kala bıraktım. Bir tanesini hatırlıyorum Devletler Hukuku’ydu. MG: Aftan yararlanıp Ali Kırca gibi sonradan mezun olmayı hiç düşünmediniz mi? CÖ: Avukatlıkla oyunculuğu bir arada yapamıyorsun ya, düşünmedim. MG:4 kez evlendiniz, 4 kez de boşandınız, mahkeme süreçleri nasıl geçti? CÖ: Hiç sıkıntı olmadı. MG: Hepsi anlaşmalı mı oldu? CÖ: Biz anlaşamadığımız için boşandık, bunda anlaşamayacak bir şey yok ki. Taraflardan biri zaten çok istiyor olsa o boşanmamak için mahkemede göstereceği enerjiyi evlilik yaşamı içinde göstermesi gerekir. Ben her seferinde şapkamı alıp çıktığım için çok problem olmadı. Hatta kendim bile almadım, “ne istiyorsan koy, gönder eşyaları” dedim. MG: Şimdiye kadar kaç kere adliyeye gittiğinizi hatırlıyor musunuz? CÖ: Bir tanesi çok matrak Bakırköy’de dava açmışlar, Cumhurbaşkanlığı’na hakaretten, Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı, adamın biri şikâyet etmiş, muhtemeldir ki emekli albay falandır ihbar eden, onlar çok severler öyle işleri. Benim bir stand upımda şöyle bir laf geçiyor-ki ben hukuk okumuşum, kendimi tehlikeye atacak bir laf eder miyim? Laf şu; 40 yaş kalp krizi için riskli yaş, 70 yaş da bunama için riskli bir yaş, 70 yaşında annem mal alıp mal satacağı zaman akli dengesinin yerinde olduğunu kanıtlamak için hastaneden kurul kararı çıkartacak. Tamam da biz bu yaşa gelenleri Çankaya’ya gönderiyoruz. Orası huzur evi mi, yani onlardan bir sağlık raporu istemiyoruz. Ya mesela baba uluslar arası bir toplantıda çişi tutamayıp kaçırırsa? Gerçi o cin gibi zekâsıyla ona da bir çözüm bulur; “Gerekirse Suriye’ye suyu işte böyle akıtıveririz” diyordum, şaka bitiyordu. Altında çok haklı bir eleştiri var. Savcı ifade istedi, ben dedim ki “mahkemede vereceğim ifademi”, “olmaz öyle şey, burada vereceksin” dedi, “olur öyle şey” dedim. “Gelirim, otururum karşına, çay kahve içeriz giderim, vermeyeceğim ifade, mahkemede vereceğim.” “Peki” dedi, çıktım. Çıktım ben mahkemeye, ilk celselerinde mutlaka giderim, “Sayın hâkim, bir şey soracağım size; dava dosyalarından bunalmışsınızdır di mi?” dedim, “evet” dedi. “Siz bu davayı kabul ederek bu işkenceyi kendinize kendinize yapıyorsunuz. Burada Cumhurbaşkanına nerede hakaret var? Baktınız mı?” “Bakmadım.” “Teybi çözün, ben size söyleyeyim, teybi çözmenize de gerek yok, burada cumhurbaşkanı lafı geçiyor mu bu 1, Süleyman Demirel lafı geçiyor mu bu 2? Nasıl bu davayı kabul ettiniz? Arada da dava reddedin ya, gerek yok buna deyip atın bir kenara” dedim. Beraat ettim. Bir keresinde Türklüğe hakaretten dava açtılar. Reha Muhtar tabi viskiyle çıkmış programa, tuvaletten kaçarken cama sıkışan Hande Ataizi’ne cevap hakkı tanıyıp yayına çıkartan adam, benim arkamdan konuşuyor. O gün bir açtım televizyonu bana veriyor, veriştiriyor. Gene stand upımda; “biz ne zaman atalarımızla övünmekten vazgeçip torunlarımızın övüneceği atalar olacağız? Geçmişimiz şöyle fetihlerle dolu, şöyle başarılarla dolu, tamam da bugün ne yapıyoruz ve yarın ne yapacağız? Geçmişteki başarılar insanın geleceği hakkında ipucu vermez. Geçmişteki başarısızlıklarını konuşursan geleceğini yönlendirebilirsin. Yani Fatih İstanbul’u fethetti diye bakılmaz, Fatih İstanbul’u fethetmeseydi ne olurdu diye bakarsak tarih bize yol gösterir.”demişim. Reha gidip bu lafı almış; “Fatih İstanbul’u fethetti de ne oldu?” yapmış. Bana Türklüğe hakaretten dava açıldı. Çıktım; “Laf bir kere öyle değil; Fatih İstanbul’u fethetmeseydi ne olurdu; bugün Katolikler değil Ortodokslar dünyaya hâkim olurdu, Vatikan değil Bizans dünyaya hâkim olurdu. Bu coğrafya dünyanın merkezi olurdu. Tutun ki Fatih İstanbul’u fethetti de ne oldu dedim, burada nerede hakaret var? Ne oldu bana bir söyleyin, İstanbul gecekondularla doldu, Boğaz’ı çöp tenekesi oldu, kıymetini verebildik mi? Fatih’e yaraşır davranabildik mi?” MG: Pargalı İbrahim’in sarayını yıkıp üzerine Sultanahmet Adliyesi’ni yaptık. CÖ: Bunun neresinde hakaret var? Burada bir tane hakaret var, bana edilen bir hakaret, o da bu davanın kabulüyle” dedim. Beraat ettim. Ama tehditler falan, silah taşımak zorunda kaldım. MG: Tuhaf olan özgürlükler ülkesi dediğimiz Amerika’da şu an ırkçılık var. Benim bir arkadaşımın annesi gittiğinde oğlunun iyi bir evde yaşadığını anlatmak için orada hiç zenci oturmadığını söylemişti. Bu kadın ırkçı değil ama Amerikan’ın zihniyetini yansıtıyor. Mesela Türkiye’de bu anlamda bir ırkçılık yok. CÖ: Bizim zencilerimiz de Kürtler işte. MG: Ama siz hiç şunu duydunuz mu; bizim mahallede hiç Kürt oturmuyor, çok güzel bir mahalle diyen birini? Türkiye’de bu yoktur. CÖ: Ama şeyi duydum ben; Bodrum’u Kürtler sardı, İzmir’i Kürtler sardı. MG: Peki, bu ırkçılıktan öte gelir seviyesinden kaynaklanan bir açıklama gibi değil mi? CÖ: Bravo, bak işte mesele ırkla alakalı değildir, benim tezim de odur zaten. Ben başbakanın kahvaltılarında bunu söyledim. Yani Türkiye hep sağcı- solcu, Kürt- Türk, dinci-dinsiz hep böyle ikiye bölünmeye çalışıldı. Ötekileştirme ancak şudur; sömüren, sömürülen vardır, ezen ezilen vardır, yoksul zengin vardır. Kavganın temel sebebi budur. Bir toplantıda Yılmaz Erdoğan, Hülya Avşar, neydi gamzeli kadın; İclal Aydın onlar da biz de Kürt’üz falan dediler. Ben dedim ki; değilsiniz. Yılmaz’a dedim ki; Yılmaz, şu anda bildiğin Türkmen, hakiki Türk bir taksici senin arabana çarpsa karakola gitseniz, Kürt olduğun için sen mi eziyet görürsün, yoksa o mu? Hanginize daha iyi davranılır? Tabi ki sana, demek ki artık senin Kürt kimliğin kalkmış, ekonomik kimlik vardır. Marks bunu zaten yıllar önce söylemiş. Her şeyin sebebi ekonomiktir. Baktığın zaman Avrupa’da gelişen ırkçılığın sebebi de odur. MG: Sizin kökeniniz neresi? CÖ: Benim Çerkez ve Ermeni. Baba tarafım Çeçen ve Hacı Murat’tan geliyoruz. Beni de çok ilgilendirmiyor Çeçen olmak çünkü benim seçtiğim bir şey de değil ki. Hak ettiğim, kazandığım bir şey değil ki. İnsanlar kazanmadıkları ya da edinmedikleri şeyler için neden öldürmeye ya da ölmeye kalkarlar? MG: Aslında Atatürk’ün söylediği en güzel sözlerden biri “Ne mutlu Türk’üm diyene” dir. Siz kendinizi Türk hissediyorsanız, Türksünüzdür. MG: İlk ne zaman ünlü olduğunuzu hissettiniz? CÖ: 87 yılında Ali Poyrazoğlu’nda Yanımdaki Yatak oyununu oynarken. Mektuplar geliyordu tiyatronun gişesine, her oyundan önce ben 15-20 tane mektup alıyordum. İzleyicilerden bir çiftinkini bir dönem çerçeveletmiştim; “dün gece geldik ayakta alkışladık oyunu ama eve geldik eşimle yeterince alkışlayamadığımız duygusuna kapıldık, hala etkisindeyiz onun için bu mektubu yazmak istedik.” Belki de o yüzden hazımlı benim şöhretim, birden bire ünlü olmadım ben. Önce tiyatro çevresinde ünlü oldum. Sonra Yeşil Kabare, stand uplar falan orada ünlü oldum. MG: Sizin ünlü ettikleriniz de var, hala görüştükleriniz var mı, vefalılar mı? CÖ: Var, görüşüyorum tabi ki. Çok birbirimizi aramıyoruz ama bir yerlerde karşılaştığımızda falan selamlaşır, konuşuruz. Mesela Kenan Doğulu çok vefalıdır. Bir yerde karşılaştığımız zaman Cem Abi der, burnu kalkık değildir. Göksel de öyledir mesela. Ama mesela Hande Yener Laf Lafı Açıyor’da solistlik yaptığını hiç söylemez. Yıldız Tilbe, Balı Ayhan hep Laf lafı açıyor’la tanındılar. MG: Cem Yılmaz Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenciyken sizin gösterinizde “saat kaç?” diye soru sormuş, bunu da stand up gösterilerinde anlatıyordu, siz olayı hatırlıyor musunuz? CÖ: Başta anlatıyordu ama sonra benim cevabımı kesti; “sana kaç lazım?” demiştim. O gol attı ama sonra kendi kalesine girdi o gol. Başlarda onu anlatıp, “anladım ki sahnede olan insana laf atmamak gerekiyor” diye bağlıyordu. Cem ben BKM’de stand up yaparken 15-20 gün gelip elinde kâğıt kalem notlar aldı, stand up nasıl yapılır falan. Ben onu Leman Kültür’de seyrettiğimde ofise çağırdım, “büyük sahnelere hazırlan, sende büyük bir yetenek var” dedim. Şöyle küçücük bir sahneydi zaten, ben gittiğimde şakayı yapıp bana bakıyordu, gülüyor mu gülmüyor mu diye. Ondan sonra ben programa çıkardım Cem’i. 1995’ti sanırım. “Ben programda bir şey yapamayacağım” diyordu, çekiniyordu, ya gülmezlerse diye. Ya Leman Kültür’de 10 kişiyi, 20 kişiyi güldürüyoruz da televizyon ya, bir de laf lafı açıyor, o zaman herkes seyrediyordu. Birden bire yok olabilir de anlatabiliyor muyum? “Sen yapmayacaksın zaten ben sadece seni anlatacağım” dedim. Hiçbir şey yapmadı, bir tek supermen şeyini yaptırdım. Ondan sonra Necati geldi, dedi ki “ya dün akşam çok methettin bu herifi, ben bir tanışayım.” BKM’ye ben onu pasladım ve orada sahneye çıkmaya başladı. MG: Tiyatroda şu an oynadığınız oyunda oğlunuz gay, gerçek hayatta böyle bir şey olsa ne yapardınız? CÖ: Öyle bir şey olsa nasıl karşılarım bilmiyorum tabi önce olması lazım. Ama herhalde yanlış davranmamak için psikoloğa giderdim, bununla nasıl başa çıkarım diye. Belki de aşırı demokrat da davranmamak gerekir. Bilmiyorum ki, bu “ne yapalım olmuş” denebilecek bir şey değil. Onu değiştirmeye çalışmam. Belki diyecek ki doktor hiçbir şey olmamış gibi devam et. MG: Mesela kızınızın erkek arkadaşıyla birlikte yemeğe çıkıyor musunuz şu an bilmiyorum ama oğlunuz ve onun erkek arkadaşıyla da çıkar mıydınız? CÖ: Tabi başta kabullenmesi zor, çıkarım dersem yalan olur. Bir “hay Allah” derim, “neden acaba, ne oldu?” derim çünkü çeşitli sebepleri var. Hormonal, doğuştan gelen bozukluktan kaynaklanan bir şey değilse kabullenmekten başka da yapacak bir şey yok. Eğer psikolojik nedenlerle böyle bir tercihte bulunmuşsa demek ki ben görevimi doğru düzgün yapmadım. Ama benim kızımda böyle bir tercih olmadığına göre demek ki iyi bir rol modelim bir baba olarak. Ama ben bunu yüz göz olmak olarak görmem. Ben 17 yaşından beri yani ilk flörtünden beri kızımın erkek arkadaşlarını biliyorum. Kimle birlikte oldu, kimden ayrıldı gelir benimle dertleşir, benden akıl alır. Mesela bir erkek arkadaşı var, benim kızım da 26 yaşında, ben dedim; “kızım ara sıra git onda kal, bir yere varacaksa bunları yaşamadan varma. Sabah uyanınca birbirinize nasıl davranıyorsunuz, ne oluyor, ne bitiyor bilin.” Hatta 21 yaşındaydı, çocuklar buna âşık oluyorlar, çıkıyorlar, 3ay sonra gidiyorlar başka bir kızla birlikte oluyorlar ama Cemre’ye de seni unutamadım falan diye mesaj atıyorlar. Bana geldi bir gün dedi ki “ya baba niye böyle oluyor?” “Kızım kaç yaşındasın?” “ 21” “Sen sevişmiyor musun bu çocuklarla? Bırak babayla kızı, ben bir yaşam koçuyum şu anda, yüz göz oluyoruz diye düşünme” “Aa baba ama…” “Bu yüzden gidiyorlar, öbür tarafta çünkü kız artı bunu veriyor” Ben 52 yaşındayım, bizim zamanımızda böyle değildi. Muhallebiciye götürdük mü kızı Allaaah, üstüne keyif sigarası yakardık. Şimdi 16-17 yaşında başlıyorlar yatmaya kalkmaya. Bu kadar açık, rahat davranabilirim. MG: Yeni sevmeye başlayan gençlere ne önerirsiniz? CÖ: Vazgeçsinler. Mazoşizmi okusunlar. Çünkü iki taraf birbirine âşık olmaz. Öyle bir aşk yoktur, âşıkla maşuk vardır. Leyla’nın çilesini değil, Mecnun’un çilesini biliriz. MG: Kadın mı âşık olmalı, erkek mi? CÖ: Tarihi biyolojik görev olarak kadın zaten âşık olmaz. Kadın istediği erkeğin ona âşık olmasını ister ve onun âşık olmasına âşık olur, kadın maşuktur. Doğal görevi budur kadının. Kadın seçicidir. MG: Kadın aslında baba seçiyor. CÖ: Tabi temel duygu o. Hiçbir güçlü kadının bir inşaat işçisi için –inşaat işçisi için de yanıp tutuşan vardır ama onun için güçlüdür o- çok yakışıklı, yağız diye yanıp tutuştuğunu görmedim. Tıp fakültesinde okuyan bir kızın orada köşede pidecilik yapan çocuğa âşık olduğunu görmedim. Tersi olur. İnşaat işçisi 3 sene sonra müteahhit olursa o zaman olur. Ama mesela o pideci çocuk mafya takılsın, o kız ona âşık olur çünkü orada da güç var. Kadın güce âşık olur.

30 Ağustos 2012 Perşembe

Güle güle Yurtsan

Yurtsan Atakan'la twitter'da tanıştık ilk kez. O @yurtsan 'dı ben @mervethemermaid Soyadlar, meslekler, ünvanlar yoktu o zamanlar "dutluk" olan twitter'da. Sürekli farklı konular üzerinde konuşur, tartışırdık, hatta birkaç kez bizlerin tweetlerini de köşesine taşımıştı. Sonra @emregurcan ve @NeslihanYargici ile birlikte düzenlediğimiz Secret Party'e gelmiş, ilk defa yüz yüze de tanışmıştık. Birlikte şaraplarımızı yudumlayıp sohbet etmiştik hep beraber. Daha sonra blog yazılarımı okuyup www.neonebu.com 'da yazmamı önermişti. O zaman bir gün ona bir veda yazısı yazacağım aklımın ucundan geçmemişti. Bu sabah aramızdan ayrıldığını da yine twitter'dan öğrendim, üzüntümü anlatmam çok güç. Her yazdığımda okuyup beğenisini, desteğini aktarmaktan usanmayan, zarif ,zeki, donanımlı, bir beyefendiyi, iyi bir gazeteciyi kaybettik. Mekanı cennet olsun, Allah geride bıraktıklarına sabır versin. Güle güle Yurtsan.

28 Mayıs 2012 Pazartesi

SAATLER

Nedendir bilmem, zamanla aramız pek iyi değil. Müvekkil randevu verir; “Ben öğleden sonra geleyim yarın.” Şimdi öğlen deseydi işim kolay olacaktı, saat 12.00 öğlendir. Ama yok, işimiz o kadar kolay olmamalı, azıcık düşünecek, taşınacak ve hatta ofiste bir aşağı bir yukarı volta atacak zaman yaratmalıyız karşı tarafa. Onun için belli ya da belirlenebilir bir saat vermek doğru olmaz. Öğleden sonra 12.00’den sonra başlıyor, onu anladık da ucu epey açık, bunun 16.00 hatta 17’ye kadar yolu var, beklesin pe.. pejmürde! Avukatlar duruşma kapılarında saatlerce bekledikleri halde kendileri 1 dakika geç kalsa duruşma düştüğünden “geç kalacağıma erken gider, beklerim” deme alışkanlığındadır. Bu nedenle belirsizlikleri de geç kalanları da sevmemeleri normaldir. Hadi hep birlikte acaba neden dakik olamıyoruz diye bir düşünelim. Bir kere biz Türk’üz. (bu zaten her şeyi açıklıyor-mu acaba?) Öncelikle eskiden Türkiye’de saat üretimi yokmuş. Hoş şimdi var mı, onu da bilmiyorum, genelde ya İsviçre’den ya Çin’den geliyor saatlerimiz. Mesela Dolmabahçe Sarayı’nın önünde saat kulesi bile vardır ki o da Paul Garnier markadır, tıpkı Sirkeci Garı’ndaki saatler gibi. İzmir’in simgesi olan saat kulesi ise Alman İmparatoru’nun hediyesi. Almanların “Dakiklik krallara özgü bir meziyettir.” atasözü de durumu açıklamaya yeter sanırım. Bu saat kıtlığında kadınların dakik olmamaları hoş karşılanabilir de çünkü kadınlar sünnet olmaz. Sünnetle saatin elbette çok sağlamdır ilgisi, zira sünnet olup erkekliğe adım atanlara değerli bir saat hediye etmek de adettendir. Zaten 90 dakikalık futbol maçlarına meraklı erkekler için saat birden bire önem kazanır. Hatta birbirlerine yoldan telefon edip, “dakika ve skor alayım” diye soranlar saatten dakikaya bile transfer olmuşlardır zamanla olan ilişkilerinde. Oysa örneğin en azından okumuş, iyi eğitimli insanların dakik olması beklenir. Ne de olsa akademik 15 dakika meşhurdur üniversitelerde. Örneğin hoca azıcık derse geç kalacak olsa, “akademik 15 dakika geçti, ders düşer abicim” demeyen yoktur hocayla kazara yolda karşılaşmamak için kaçar adımlarla amfiden çıkarken. Biz dersi düşüren öğrenciler, duruşma bekleyenler; hepimiz birer katildik aslında; az vakit öldürmedik.

4 Nisan 2012 Çarşamba

OĞLUMA Bİ HALLER OLDU

Hukuk ve Yaşam Dergisi için Cem Özer ile röportaj yaparken bu oyun hakkında da konuştuk. Basından ve sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla çok komik ve güzel olduğunu öğrendiğim oyunu için Cem Özer de “en az 300 kahkaha garantisi” verince bu oyunu sezon bitmeden mutlaka görmek şart oldu. Henüz bir oğlum olmadığı için ben de oyunu annemle izlemeye karar verdim.

Laf lafı açıyor döneminden itibaren izlediğim, kitabını, yazılarını okuduğum, filmlerini izlediğim, twitterda takip ettiğim Cem Özer’i ilk kez “benim için yeri ayrı” dediği tiyatroda, sahne üzerinde, kendi yönettiği oyunda izleyeceğim için heyecanlıydım.

Oyuna gitmeden bir gece önce internetten daha önce uzun süre “oğlum çiçek açtı” adıyla Ali Poyrazoğlu’nun oynadığı oyunu bulup, fikir sahibi olmak için 20 dakika kadar izledim ama keyfi kaçmasın diye de daha fazla izlemekten kaçındım.

Gerçek hayatta da bir oğlu olan Cem Özer ile (bildiğim kadarıyla hiç evlenmemiş ve çocuk sahibi olmayan) Ali Poyrazoğlu’nun bu babayı ne kadar farklı yorumlayacaklarını da merak ediyordum.

Hatta yukarıda bahsettiğim röportajda Cem Özer’e “gerçek hayatta oğlunuzun eşcinsel olduğunu öğrenseniz nasıl tepki verirdiniz?” diye de sorduğumdan oyundaki tepkisi de merak konusuydu benim için.*

Oyunun konusu da bu zaten, oğlunun eşcinsel olduğunu ve New York’ta erkek sevgilisi ile aynı evde yaşadığını öğrenen Texaslı bir babanın bu durumu nasıl karşıladığını anlatıyor.

Hayat Bilgisi dizisinden tanıdığım Paşhan Yılmazel Cem Özer’in “gelini” rolünde çok başarılı.
Paşhan’ın dansları ve titremeleri harika, kullandığı terminoloji de dillere pelesenk olacak cinsten. Bence oyunun tanıtımlarında “lütfen evde denemeyiniz” notu düşülmeli. Yoksa babanıza o tonlamayla “babası” demek tehlikeli olabilir.

Cem Özer’in Christina Aguilera’dan Beautiful şarkısı eşliğinde yaptığı direk dansında gülmekten gözlerimden yaşlar geldiğini söylemeden edemeyeceğim.

Karşılıklı oynadıkları sahneler ise oyunun en hareketli sahneleri, uyumları muhteşem. Bir ara Cem Özer’in tekmeyle savurduğu çanta, kastını biraz aşıp dekor gereği görünmez bir duvar olması gereken yerden diğer odaya geçince Paşhan da dayanamayıp oyunda olmayan bir repliği döküveriyor ağzından; “duvarı deldi pezevenk!”

Oyun bittiğinde oyuncuları dakikalarca ayakta alkışladık. Çıkışta bana “13 Nisan’da televizyonda başlayacak olan Laf Lafı aşıyor programının hazırlıkları nedeniyle oldukça yorgun olduğunu ve bu nedenle performansının ancak %60’ını sergileyebildiğini” söyleyen Cem Özer %60’ıyla bile gülmekten kırıp geçirebiliyor, dikkat!

Dişlerini fırçalarken bir yandan konuşmaya çalışması görülmeye değer ama asıl güzel olan o diş macunu kokusunu oturduğunuz yerden duyabilmek, yaşasın tiyatro.

*Röportaj çok yakında Hukuk ve Yaşam Dergisi’nden okunabilir.

17 Mart 2012 Cumartesi

BU FİLMİ GÖRMÜŞTÜM

Yok, aslında görmemiştim tabi ki zaten film de değil bir tiyatro oyunun ismi; “bu filmi görmüştüm”.

Cuma gecesi iş çıkışı, Mecidiyeköy’de Cevahir AVM’de, kızlarla hızlı bir alışveriş ve Çin yemeğinin ardından AVM’nin hemen yanındaki Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan Sahnesi’ne gittik.
Yıllardır önünden hızlı adımlarla geçerken tabelasını görüp geçtiğim bu sahneye ilk gelişim. Fuayede kahvelerimizi içerken ömrünün son günlerinde bu tiyatronun vergi borçları yüzünden sıkıntılı günler geçiren Gazanfer Özcan’ı da rahmetle andık.

6 oyuncusunu da ilk kez izleyeceğimiz bir vodvil bu, oyunun komedi olduğu dışında da hakkında hiçbir fikrimiz yok.

Albert Lamart (Tolga Yeter), Fransa’da, eşcinsel bir birliktelik yaşadığı gerekçesiyle bir çalışanını işten çıkartacak kadar aşırı görüş ve önyargılara sahip bir bakan. Başına gelecekleri bilip empati yapabilse yine bu kadar önyargılı ve katı olabilir miydi dersiniz?

Oğlu henüz küçük bir çocukken eşi bir anda ortadan kaybolan ve bir daha haber alınamayan Lamart, siyasi seçimler yaklaşırken puan toplamak için oğlu ile çifte düğün yapmayı planlar.

Ancak Amerika’dan gelen albayın (Eraslan Sağlam) sahneye adım atmasıyla Lamart’ın hayatı ve dolayısıyla oyun da canlanıveriyor. Eraslan Sağlam, albay rolünde tabir-i caizse döktürüyor.
Lamart’ın elinden her iş! gelen yetenekli hizmetçisi Ingrid (Merve Çavuşoğlu) güzelliği ve yeteneğiyle göz dolduruyor.
Lamart’ın nişanlısı (Yelda Serbes) peltek dili, şaşı gözleri ve mimikleri ile izleyenleri kahkahaya boğuyor.
Oyunun 2. Perdesi ilkinden çok daha eğlenceli. Bu küçük salonda yalnızca 1 metre önümüzde bu 6 kişi bizi güldürüyor, çıkışta kendimizi çok özel hissediyoruz.

Ne diyeyim, siz de gidin ve BU FİLMİ GÖRÜN.

8 Şubat 2012 Çarşamba

14 ŞUBAT

Şimdiye kadar hiçbir 14 Şubat’ta yanımda bir sevgilim olmadı. Artık nasıl bir lanetse bu, o döneme denk gelen bir ilişki yaşamadım hiç.
Bir seferinde ayrılmış olduğum sevgilimin eve gönderdiği sarı bir gül dışında bu tarihte çiçekçilerin zengin olmalarına da vesile olamadım, üzgünüm. Neyse geri kalan 364 günde kazandıklarına saysınlar artık onlar da.

Hukuk fakültesindeyken istisnasız her yıl bizleri düşünüp vizelerimizi 14 Şubat’a denk getiren sevgili hocalarımız sayesinde ders kitaplarımızla çok romantik saatler geçirirdik. Hiç unutmam bir sene okulun yanındaki fotokopici bile vize çıkışı halimizi görüp bizimle dalga geçmişti.

Bir sene 6 yalnız arkadaş “14 Şubat’ta evde kös kös oturmayalım” deyip sokağa çıktık, çıkmaz olaydık; her yerde kalpli, balonlu süsler, aşk temalı fiks menüler derken kendimizi rezervasyonsuz ve sevgilisiz olarak girebildiğimiz tek yer olan bir rock barda bulduk.
İş çıkışı takım elbiselerle gittiğimiz barda rockçıların “uzaylılar mı istila etti, ne oluyoruz?” bakışları arasında kravatlarını başlarına bağlayan arkadaşlarımızla epey eğlenmiştik.

Ama sanırım en eğlenceli 14 Şubat kutlamasını Secret Party İstanbul ile yaptığımız partide geçirdik.
Partiye sadece sevgilisi olmayanlar geldi. Kapıda girerken erkeklere birer cıvata, kadınlara ise birer somun dağıttık. Farklı ölçülerdeki irili ufaklı somun ve cıvataların eşini arayanlar epey eğlendiler.
Eşini bulan çiftleri plastik kelepçelerle yarımşar saat birbirlerine kelepçeleyip dans ederken birbirilerini tanımalarını istedik. Finalde de çiftlere dans ettiği kişinin burcu, mesleği ve sair sorular sorarak birbirini en iyi tanıyan çifte yemek hediye ettik.
İşin en güzel tarafı da o partide tanışan bir çiftin 1 yıla kalmadan birbirleriyle evlenmeleri oldu.

Diyeceğim o ki 14 Şubat’ı yalnız geçirmek dünyanın sonu değil. O tarihte sevgilinizin olması da 40 gün 40 gece kutlayıp, milletin gözüne sokacağınız bir olay değil. Olan var olmayan var di mi, siz siz olun sevgilim var diye görgüsüzlük yapmayın.

Şaka şaka; isteyen “bim bam bom, çatlasın dostlar” şarkısını da söyler, sevgilisinin yoluna güller de döker, kime ne.

Çiçek, çikolata ve hediye göndermek isteyenler için gündüz ofiste, gece de evde olacağım. 14 Şubat’ta hepinize sevgiler, sevgililer dilerim.

27 Ocak 2012 Cuma

BENİMLE DELİRİR MİSİN?

Aslında oyunu izleyeli birkaç ay oldu ancak nedense bir türlü elim yazmaya varmadı.
Ama bu keyifli oyunu yazmazsam da haksızlık olacaktı.
Erdem Baş ile birlikte baklavaları alıp kulise dalıverdik oyun öncesi. Fakat o da ne; Necmi Yapıcı kuliste spor yapıyor, koşuyor, ısınmaya çalışıyor.
Biz tiyatro oyunu diye gelmiştik ama acaba spor müsabakası mı yapacak derken anladık ki oyun epey hareketli ve üstün fiziksel kondisyon gerektiriyor. Necmi de bu yüzden oyundan önce ısınıyor.
Teri soğumasın diye, başarılar dileyip salondaki yerlerimizi aldık.
Oyun öncesi çalan şarkılar neşeli, oyuna hazırlıyor izleyiciyi, birden havaya girdik biz de.
Bu, aşk ve evlilik üzerine iki kişilik bir oyun. Necmi’nin oyun öncesi ısınmakta ne kadar haklı olduğunu da anladık, zira kâh kolbastı yapıyorlar, kâh dans ediyorlar, bir bakıyorsunuz koltuğun üzerinden atlayıveriyorlar.
Oyundaki esprileri tek tek anlatmak mümkün değil, izlemek gerek ancak Necmi’nin Eskimoları anlattığı bölüm görülmeye değer.
Hele ki kahramanlarımızın ölüp öyle bir dünya değiştirişleri var ki biz de gülmekten koltuktaki yerlerimizi değiştiriyoruz.

Necmi oyuna ve izleyiciye son derece hâkim, bir ara repliğini unuttu ya da unuttuğunu sandı ancak öyle bir toparladı ki ben onun yerinde olsam bu bölümü özellikle eklerdim oyuna.

İkili bir ara sahnede sevişiyor ancak iç çamaşırları içinde öyle sevimliler ki bazı meslektaşları gibi gazetelere “tiyatro sahnesinde seviştiler” şeklinde haber olmaları mümkün değil.

İyisi mi siz de günlük stresinizden uzaklaşıp biraz kahkaha atalım diyorsanız, alın sevgilinizi de bu oyunu mutlaka izleyin, Nermin ve Cevdet ile birlikte siz de delirin.

22 Ocak 2012 Pazar

Sandık Lekesi

Dolabınızı açıp hiç düşündünüz mü? “Bir gün elbet giyerim” diyerek özenle sakladığınız, askılarda yıllardır sizi gözü yaşlı bekleyen kaç tane giysiniz var?
Gözü yaşlı deyince inanmadınız belki bana, peki siz hiç sandık lekesi görmediniz mi?
Durduğu yerde neden sararır sanırsınız kumaşlar? Onlar da ilgisizlikten, özensizlikten küserler size.

Dolapta yıkanmış, ütülenmiş ya da daha kötüsü etiketi bile üzerinde, belki bir indirimden alınmış ama hiç giyilmemiş, belki doğum gününüzde hediye gelmiş, “hediye hediye edilmez” mantığıyla başkasına da veremediğiniz kaç elbiseniz var?

Ancak o model sizi şişman gösteriyor ya da o renk size hiç uymuyor öyle değil mi?

Belki 5 yıldır o oduncu gömleğini hiç giymediniz, belki o arada 1-2 kez ev değiştirdiniz, taşınırken “şimdi uğraşmayayım yeni eve taşınınca ilgilenirim” dediniz, yeni eve taşınınca askıya asıp yeniden dolabın diplerindeki yerine kavuşturdunuz.

Peki, bu 5 senede kaç arkadaşınız hayatınızdan “size hiç yakışmadığı” ya da “sizi artık sıktığı” için ayrıldı?

Eşyalara karşı anlamsız bir bağlılığımız var, oysa onların yenisi alınabilir. Peki, aynı özeni neden hayatımıza giren insanlara göstermeyiz? Herhangi bir insanın 5 liralık bir tshirtten ya da 50 liralık bir kazaktan daha mı azdır değeri?

Moda değiştiğinde ya da kilo verdiğimizde “yeniden giyeriz” diye sakladığımız giysileri gelin bugün ihtiyacı olanlara verelim ki yenilerine yer açılsın dolabımızda.

Sonra da sebepsiz yere kırdığımız birini arayıp “nasılsın?” diyelim bugün.

Not: Yok, tabi ki senin hediye ettiğin hırkayı başkasına vermeyeceğim, seviyorum ben onu.

2 Ocak 2012 Pazartesi

OMActivities Röportaj: Avukat Merve Gürcan İstanbul




- Kısaca bize kendinizi tanıtır mısınız?
Merhaba, Avukat Merve Gürcan, 2000 yılı Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi , 2010 yılı Anadolu Üniversitesi Halkla İlişkiler, Pazarlama Ve Dış Ticaret Bölümü Mezunuyum. Şu anda Hukuk ve Danışmanlık Ofisimde avukatlık yapıyorum.


- Halkla ilişkiler? Genelde erkekler 2. bir üniversiteyi askerlikten kaçmak gibi nedenlerle okuyorlar ama sizin öyle bir kaygınız da yok. Nereden çıktı bu fikir?
Kuzenim o dönem öğrenciydi ve bana Hukuk Fakültesi diplomamla Öss'ye girmeden 2. Üniversiteye kayıt yaptırabileceğimi söyledi. Benim de halkla ilişkiler konusu hep ilgimi çekmiştir. Sonuç olarak hukuktan mezun olduktan 10 sene halkla ilişkilerden mezun oldum. Zaten blog yazmaya başlamam da bu döneme denk düşüyor. Bu dönemde aldığım dersler daha akıcı bir dille yazmamda da etkili oldu. İletişim fakültesinin derslerine yakın bir eğitim veriliyor halkla ilişkilerde de.

- Sanırım ofisinizin duvarında asılı olan diplomalar da bitirdiğiniz üniversitelere ait. Peki, bu nedir; avukatlık ruhsatı?
4 sene hukuk eğitimi aldıktan sonra mezun olur olmaz avukat olamıyorsunuz. Önce bir sene bir avukatın yanında staj yapmanız gerekiyor. Stajın başında baroya kaydolup 6 ay avukat yanında, 6 ay da mahkemelerde staj yapıp sonunda da avukatlık tezimizi yazıyoruz. Benimkisi haksız rekabet oluşturan eylemlerdi.
Bunun sonunda da avukatlık ruhsatı almaya hak kazanıyoruz. Araba sürmek için ehliyet gerektiği gibi bu ruhsat olmadan da avukat olamıyorsunuz.
Hatta şimdi avukatlık sınavı getirmek için çalışmalar yapılıyor. Ülkemizde hukuk eğitimi gören çok fazla kişi var, eğitim kalitesi düşüyor, ihtiyaçtan fazla avukat yetişiyor bu nedenle de doktorların tus sınavı gibi avukatların da bir sınava tabi tutulması konuşuluyor.


- Şu anda sizin de bir stajyeriniz var sanırım?
Var evet. Geçen sene bir stajyerime cübbe giydirdim. İş yoğunluğuna göre birden fazla stajyer de alabiliyorsunuz. Bir avukatın yanına stajyer alabilmesi için en az beş yıllık avukat olması gerekiyor.
Usta çırak ilişkisi bizim için de geçerli ve önemlidir.

- Stajyerler avukatları nasıl buluyor?
Baronun web sitesinde ilanlar oluyor ya da tanıdık varsa oluyor tabi ki. Şu anki stajyerim ise beni sosyal medya sayesinde buldu.

-Stajyerlik avukat ve stajyer açısından yararlı mı?
Öncelikle stajyer açısından okulda okuduğu bilgileri, adliyenin kapısından bile girmeden öğrendiği teorik bilgileri gerçek hayatta kullanma şansı oluyor. Bu nedenle stajyer için çok büyük bir avantaj.
Avukat açısından da bir artı, zira dilekçelerin yazıldıktan sonra adliyeye götürülmesi, dosyaların takibi zaman alıyor. Bunu stajyer yardımı ile yapmak veya internetten araştırma gereken konularda stajyerin kullanılması avukatlara da zaman kazandırmış oluyor. Tabi ki stajyerin öğrenmek istemesi ve kapasitesi çok önemli.

- Yabancı dil bilginiz nedir? Avukatlıkta yabancı dilin gerekliliği konusunda bize ne diyebilirsiniz?
Ben Anadolu Lisesi mezunuyum. Yabancı dil olarak İngilizce ve Almanca biliyorum. İngilizcem iyidir, aynı zamanda noter yeminli tercümanım. Almanya'ya gitsem derdimi anlatabilecek kadar da Almanca biliyorum.
Üniversitede de mesleki İngilizce dersi aldım. Şu anda benim Türkiye’de ve yurt dışında yaşayan yabancı müvekkillerim var. Boşanma protokolü, gayrımenkul alım-satım sözleşmeleri veya şirketse şirketle ilgili sözleşmeleri İngilizce yapmak gerekiyor, o yüzden de yabancı dil gerekli.

- Türkiye’de davalar Türkçe olmak zorunda değil mi?
Evet ama yaptığım işi Türk kanunları ile sınırlamak yanlış olur.
Örneğin tahkim yani hakem sözleşmesi yaptığınızda başka bir ülkenin kanunu seçme şansınız var. Örneğin İtalyan bir şirket Türk şirketi ile iş yapıyor. İthalat ihracat gibi bir iş yaptıklarını farz edelim. Aralarında bir problem çıktığı takdirde hangi ülke kanunlarının geçerli olacağı kararlaştırılabilir. Örneğin uyuşmazlıklar İsviçre Kanunları’na göre çözülsün diyebilirsiniz. Türkiye'de olsanız bile mahkeme sözleşmede bu yönde bir madde varsa İsviçre kanunları çerçevesinde yargılama yapıyor. Yargılama Türkçe yapılıyor ancak yabancı metinleri incelemek için yabancı dil bilgisi gerekli.

- Yabancılarla evlilikler de bu şekilde mi?
Kanunda hangi durumda hangi hukukun uygulanacağı yazıyor. Örneğin boşanmada uygulanacak hukuk veya çocuğun hangi vatandaşlığı kazanacağı gibi konular tek tek düzenlenmiştir. Pek çok ülke ortak sözleşmeye imza attıkları için kendi kanunlarını da sözleşmeye uygun olarak düzenlemişlerdir. Örneğin bir gayrimenkul söz konusu ise gayrimenkulün bulunduğu yer hukuku uygulanır.

- Peki, Türkiye’de bir yabancı avukat olarak çalışabiliyor mu? Onlar için durum nasıl?
Şu anda çalışamıyor. Türkiye'de avukatlık yapabilmek için Türk vatandaşı olmanız gerekli. Türk olduğunuz halde yurt dışında hukuk okuduysanız da burada denklik derslerini almanız gerekiyor. Gerçi şimdi avukatlık kanunu değişecek.
Amerika’da hukuk büroları vardır, şirket şeklinde, yeni kanun tasarısı ile bu şirketleşme Türkiye’ye de gelecek. Yabancı şirketler Türkiye’ye gelince muhtemelen yine Türk avukatlarla çalışmak zorunda kalacaklar. Ama tam olarak nasıl olur, yabancı avukatlar da davalara girebilir mi, bu konuları henüz kimse bilmiyor.

Avukatların doktorlar gibi branşları var mıdır?
Doktorların ve avukatların Türkiye’de reklam yasağı vardır. Örneğin ben boşanma avukatıyım diyemezsiniz. Aslında hukuk fakültesinden mezun olunca tüm davalara bakma hakkınız var. Bu yüzden branşlaşma denilen şey baktığınız davaların yoğunluğu ile alakalı oluyor. Siz genelde boşanma davalarına bakıyorsanız ve o alanda kendinizi geliştirdiyseniz ister istemez o konuda uzmanlaşmaya başlıyorsunuz. Ama avukatlık eğitiminde branşlaşma yoktur. Ayrıca bizde öğrenmenin de sonu yok. En basit örnek ben 2000 yılında mezun oldum, şu anda bana öğretilen kanunlardan değişmeyeni yok gibi bir şey. Bizim öğrenciliğimizin sonu yok, her zaman kendinizi geliştirmeli ve yeni kanunları öğrenmelisiniz.

Genelde Türk halkı olarak bizler avukatlığı seyrettiğimiz Amerikan filmlerinden gördüğümüz gibi düşünüyoruz, bu doğru bir yaklaşım mıdır?
Tabi ki değil. Amerikan hukuk sistemi ile Türk hukuk sistemi tamamen farklıdır. Bizde kanunun yazılı olması esastır. Bu durumda bir tepsi baklava çalan çocuklarla, kuyumcudan altın çalan aynı cezayı alabiliyor. Bizim kanunlarımız, katı kanunlardır. İşlediğiniz tarihteki kanuna göre suç sayılıyorsa ne çaldığınız ancak hafifletici neden olabilir. Amerika'da böyle bir şey olsaydı çocuğun kişiliği de işin içine girer ve ceza olarak kütüphanede çalışma cezası gibi bir ceza verilebilirdi.
Demin uzmanlaşma branşlaşma demiştik. Amerika'da bildiğim kadarı ile branşlaşma var. Önce tıp okuyup üstüne avukatlık okuyarak medikal konularda avukatlık yapabiliyorsunuz ya da teknik konular için önce mühendislik okuyup üzerine avukatlık okuyarak bunu sağlayabiliyorsunuz.
Türkiye'de avukatsanız tüm davalara bakma hakkınız var. Tabi böyle olunca Amerika’da avukatlık şirketlerinde her davaya bakan farklı uzman avukatlar oluyor ve avukatlık şirketleri de bu yüzden bir bakıma zorunlu olmuş oluyor. Şu anda Türkiye’de tek başınıza bir büro açıp çalışabiliyorken ileride belki de bu şekilde şirketleşerek çalışmak zorunlu olacak.

Ofisinizin duvarlarında pek çok seminere ilişkin sertifikalar var? Bunlardan biraz bahsedebilir misiniz?

Milletlerarası ticaret odası tahkimi uluslararası semineri - İstanbul Kültür Üniversitesi, demin bahsetmeye çalıştığım tahkim konusunda oldukça verimli geçen bir seminerdi.

İstanbul Tabip Odası tıp hukuku ve tıbbi uygulama hataları semineri; Bu da oldukça önemli bir konu, bizler de avukatlar olarak yakın tarihte çok daha fazla karşılaşacağız bu tip davalarla.
Örneğin doktora gittiniz, ameliyat oldunuz ve yanlış bir ameliyat/uygulama sonrası zarar gördünüz. Zararınızın tazmini için dava açabilirsiniz. Eskiden sadece hastaneye karşı dava açılıyordu, şimdi ise doktora kişisel olarak da dava açabiliyorsunuz. Doktorların sorumluluk sigortası yaptırmaları artık zorunlu. Sigortanın da devreye girmesi ve insanların bu konuda bilinçlenmeleri ile tazminat davaları da artacaktır.


Türkiye barolar birliği ve Avrupa konseyi - Avrupa insan hakları sözleşmesi eğitim semineri;
Örneğin Türkiye’de tüm hukuki yolları denediniz ama yine de hakkınızı elde edemediyseniz veya yargılama sonucu mağdur olduysanız Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurabilirsiniz.

İstanbul Barosu- kadın hakları eğitim semineri;
Şu ara sıklıkla gazete ve televizyonlarda boşandığı kocası tarafından bıçaklandı, öldürüldü diye haberler okuyor, görüyoruz. Bu olaylar Türkiye’de ne yazık ki çok yaygın. Bu kadınlara nasıl yardımcı olabileceğimiz hakkında hem psikolojik hem de hukuki olarak nasıl davranmamız gerektiğini öğreten bir seminere katıldım.
Sonuç olarak şiddet gören kadınların psikolojisi farklı oluyor. Onların önce size güvenmeleri gerekebiliyor. Genellikle tecavüze uğradıklarını ya da şiddete maruz kaldıklarını anlatmaya utanıyorlar veya psikolojileri bozulduğu için bunu normal karşılayabiliyorlar.
Düşünün bazen psikolojik olarak öyle kötü bir durumda oluyor ki şiddet gören kadınlarımız, örneğin yemeği yaktığı için kocasının onu dövmesinin normal/haklı olduğunu düşünmeye başlıyor. Hatayı kendi üzerine almaya başlıyor, kabulleniyor. Ekonomik durumu elvermediği için dava açmak istemiyor veya eşini suçlarsa tekrar şiddet göreceğini düşünüyor.
Ben adli yardımda da görevliyim. Adli yardımda örneğin; boşanacaksınız, paranız yok, avukat tutamıyorsunuz, bu durumda baroya başvurup adli yardım talep edebiliyorsunuz. Bunun parasını avukata baro ödüyor. Aslında bu paralar bizim davalarda baro vekâlet pulu dediğimiz - ve ödediğimiz paralardan karşılanıyor. Diğer davalardan toplanan paralardan baro - adli yardım görevlendirmesinde bulunduğu avukatlara ödeme yapıyor. Ayrıca ceza davalarında da Cmk uzmanı bir avukatın desteğini yine bu şekilde almanız mümkün.

Adli yardımda çalışmak sizin için önemli mi?
Benim için baro tarafından yönlendirilsin veya bana direk olarak gelen bir müvekkil olsun fark etmiyor. İkisi de benim için aynı değerdedir.

Kendi ofisinizi ne zaman açtınız?
Daha önce İzmir’deydim. 2003 yılında İstanbul’a taşındım. İstanbul insanın vizyonunu da değiştiren, genişleten bir şehir. Aslında 5 yıl hedefi koymuştum kendime ama mezun olduktan sonra 3. senede kendi ofisimi açmış oldum.

Ücretlendirme konusu merak edilen konulardan en önemlisidir. Avukatlar davaları nasıl ücretlendiriyorlar?


Baronun belirlediği asgari ücret tarifesi vardır. Ama asıl ücretlendirme müvekkil ile avukat arasında belirlenir. Belirlenmiş asgari ücretin altında ücretlendirme olamaz. Burada müvekkillerin fikir edinmek için yapabileceği şey, İstanbul Barosu’nun web sitesinden asgari ücret ve tavsiye edilen ücret tablolarına bakmak olabilir.
Davaların sabit bir ücretinin olmamasının nedeni her davanın farklı niteliklere sahip olmasıdır. Dava konusu meblağ, davanın niteliği, avukatın harcayacağı emek ve mesainin azlığı ya da çokluğu gibi pek çok etken sözkonusudur.
Şunu unutmamak gerekli, örneğin benim Silivri’de, Gebze’de, Antalya’da, Sinop’ta davalarım var. Bu davalar için oralara gitmem, kalmam gerekebiliyor.
5 Dakikalık bir duruşma için Antalya’ya gitmem demek en az 1 günümü orada harcamam anlamına gelir. Burada da doğal olarak 5 dakikayı değil harcanan günü değerlendirmek zorunluluğu ortaya çıkıyor.
Ayrıca her dava aynı sürede bitmez. Örneğin anlaşmalı bir boşanma davası tek celsede sonuçlanırken başka bir dava 3-4 yıl sürebilir.
Bir davam için ilk duruşma tarihi olarak 2012 Aralık tarihi verildi. Henüz 2011 Kasım’dayız, düşünebiliyor musunuz, 1,5 sene sonraya duruşma tarihi veriliyor.
Örneğin: 100 milyon dolarlık bir sözleşme yapacaksınız, bu sözleşmenin doğru yapılması gereklidir. Çünkü her sözleşme iyi ilişkiler sonucu yapılır. Ancak ilişkiler bozulduğunda bu sözleşme sizin haklarınızı korumalıdır. Avukatınız işlerin kötü gitme ihtimalini düşünerek sözleşmeyi hazırlar ve bu nedenle bilgisi ve emeği son derece değerlidir.
Avukatın ücreti kanunen peşin ödenir. Kazanılacak davadan tahsil edilen vekâlet ücreti de yine kanunen avukatın hakkıdır. Bu avukatların primi olarak düşünülebilinir.

Sizin branşlaşmanız var mı? Özellikle baktığınız davalar?
Türkiye’de bir avukat her türlü davaya bakabilir. Herhangi bir konuda uzman olduğunu söylemesi dahi reklam yasağına girer. Örneğin kartvizitine “boşanma avukatı” yazamaz.
Ancak avukatlar gelen işi seçme hakkına sahiptir. Sadece boşanma davalarını almak mümkündür.
Avukatlık stajımı yaparken çalıştığım hukuk bürosunda ticaret hukuku, iş hukuku davalarına bakıyordum. Daha sonra 4 ayrı bankayla çalışan bir hukuk bürosunda icra hukuku konusunda çalıştım.
Şu anda kendi ofisimde bu konuların üzerine boşanma ve gayrimenkul gibi davaları da ekledim. Adam öldürme, tecavüz gibi ceza davalarını almıyorum.


Adalet sarayları hakkında düşünceleriniz nedir?
Tabi ki sadece bina yapılması sistemin iyileşmesi için yeterli değildir. Ama eskiden mahkemelerin farklı binalarda bulunması yüzünden kaybedilen zamandan tasarruf kazanılacağı yadsınamaz. Örneğin İstanbul Adliyesi 4 ayrı binadaydı; Sirkeci, Gülhane, Sultanahmet ve Levent'de. Bunların aynı binaya taşınması tabii ki bir hızlanma sağlayacaktır.
Çağlayan'daki adliye şu an Avrupa’nın en büyüğü. Kartal'daki ise dünyanın en büyük adalet sarayı olacak. Ama bunların dışında asıl yargılama kanunları değişti. Bu da sistemin biraz hızlanmasını sağlayacak gibi duruyor. Tabi negatif etkisi de oldu.

Yargılama kanunlarının değişmesi ne gibi negatif etki getirdi?
Eskiden davayı açarken sadece dava harcını öderdik. Ama şu anda dava açarken dava bilirkişi ücreti, tanık ücreti, keşif ücreti gibi masraflar peşin olarak isteniyor.
Örneğin iş davası açarken işçiden tüm bunları peşin istiyorsunuz, yaklaşık 450 TL’yı peşin olarak ödemesi gerekiyor. O zaman bu adama ne yazık ki “paran yoksa hakkını arama” diyorsunuz. Ama şu anda İstanbul Barosu kanunun bu şekline itiraz etti. Boşanma davalarında bile parasal nedenlerden bir azalma olduğu söyleniyor.


Kadın olmak avukat olarak bir ayrıcalık kazandırıyor mu?
Avukatlıkta kadın veya erkek olunması hiç bir değişlik sağlamaz. Kadınların tek ayrıcalığı bazı boşanma ve kadına yönelik şiddet gibi davalarda kadın müvekkil ile daha kolay iletişim kurmamızdır.
Halk arasında yaşlı avukatların deneyimli oldukları düşünülür ama yeni kanunları bilmek, takip etmek, kendini geliştirmek önemlidir. Bilgisayar, internet kullanamayan meslektaşlarımız oluyor. Ne kadar deneyimli olursa olsun yeni kanunlardan, teknolojik gelişmelerden haberdar olmayan bir meslektaşım ne kadar başarılı olabilir ki?
Prof. Dr. Tarık Minkari'nin: “Mizah zekânın zekâtıdır” kitabında çok hoşuma giden bir önerisini aktarmak isterim;
“Cerrahlarla işiniz olursa çok genç bir cerraha gitmeyin; her şeyi ameliyat etmek ister, çok yaşlı bir cerraha da gitmeyin o da hiç bir şeyi ameliyat etmek istemez.” Avukatlar için de bu örnek verilebilir.
Eğer kazanılması mümkün olmayan bir dava varsa ve bu görünüyorsa bunu müvekkilime anlatmaya çalışırım ama şunu da bilirim ki hukuk, matematik gibi değildir. Kimse yüzde yüz haklı ya da yüzde yüz haksız değildir. Her davanın özelliği farklıdır, bu nedenle genelleme yapmak doğru değildir, ufacık bir detaydan herkesin kaybedeceğinizi düşündüğü bir davayı kazanabilirsiniz.

Avukatlarda ünlü olmak, bilinir olmak nasıl olur?
Avukatlıkta, özel sektörlerin hepsinde olduğu gibi network'ünüzün iyi olması size müşteri kazandırabilir. Ama fısıltı gazetesi önemlidir. Bu da zamanla olur.

Ne zaman avukat olmaya karar verdiniz?
Ben Anadolu Lisesi mezunuyum. Ortaokulda tüm sınıf arkadaşlarım fen liselerine hazırlanmaya başladı. Bu sırada düşündüm, fen lisesine gidersem ya mühendis olacaktım ya da doktor, peki ben ne olmak istiyordum?
Dedem bana o dönemde hukuk okumamı önerdi. “Hukuk okursan ileride her işi yapabilirsin” demişti. Ben de avukat olmaya karar verdim. Dedem Sayıştay üyesiydi, kardeşi de hâkim ve adalet komisyon başkanıydı. Hukukçuluk genlerimde var.

Hedefiniz nedir?
Hukuki olarak zaten oldukça yolunda gidiyor işlerim. Yanı sıra yazmaya meraklıyım, şu anwww.mervegurcan.com adresinde blogumda yayınlıyorum yazılarımı ancak ileride bunların bir kitaba dönüşmesini çok isterim.

Unutamadığınız bir anınız var mı?
Evet, çok ama şu an ilk aklıma gelen; staj zamanı çalıştığım avukat bana yanında çalışmaya başladığım ilk gün “yapamıyorsan kapı şu tarafta” demişti. Ben de dönüp “iyi o zaman ben biraz daha araştırıp geleyim” demiştim. O yüzden hala “imkânsız” sözünü kabul etmiyorum. Mutlaka her davayı kazanmanın bir yolu vardır.


OMActivities adına bize zaman ayırdığınız ve avukatlık hakkında bize verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederiz. Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Normalde halkımız bir konuda yanılıyor. İsim yapmış avukatlara gidiyorum diye gittikleri ofislerde bazen çok yüksek miktarlarda para ödeyebiliyorlar ama onların davasına orada çalışan başka maaşlı avukat arkadaşlarımız bakıyor.
Veya bazen çok sayıda avukat çalışan şirketleri tercih ediyorlar ve sanıyorlar ki bir davaya 2-3 avukat birden bakıyor. Aslında neredeyse hiç bir davaya birden fazla avukat bakmaz. Bu yüzden çok kişi davaya bakacak diye düşündüğünüz o avukatlık ofislerinde sizin davanızla yine sadece bir kişi ilgilenmektedir.
Bir de internetteki hukuk forumlarında araştırma yaparken çok dikkatli olmaları gerekir. Az önce de belirttiğim gibi her dava farklıdır ve sizin olayınızdaki minicik bir detay olayı tamamen değiştirebilir. Bir şeyi az bilmek hiç bilmemekten daha tehlikeli olabilir. Hiç bilmediğinizde yardım istersiniz ancak hukuk forumunda okudum her şeyi biliyorum derseniz hata yapma olasılığınız yüksektir. Bu nedenle hak kaybına uğramamak için avukatlara danışmaktan çekinmemek gerekir.

** http://omactivities.com/ sitesinden alıntıdır.