30 Aralık 2011 Cuma

MUTLU YILLAR

MUTLU YILLAR

20 gün içinde 2 cenaze kaldırdıktan sonra zaten oldukça stresli geçen 2011’in ne kadar kötü geçtiğini, bir an önce bitmesi gerektiğini düşünmeye başlamıştım.
Öyle ya cumartesi kırmızı elbiselerimizi (hatta kırmızı donlarımızı) giyip kaynanadillerini üfleyerek ve muhtemelen hatırı sayılır oranda içip güzelleşerek gireceğimiz yeni yıl tüm dertlerimizi alıp götürecek sanki. Takvimin son yaprağını da koparırken tüm dertlerimizi de birlikte atacağız çöpe.
Eski yılda olup bitenlerin tüm sorumlusu da zaten sadece geçen zaman. Oysa sonuna geldiğimiz bu yıl da güzel bir yılbaşı günü başlamamış mıydı?
Bu düşüncelerle çekmecemi düzeltirken geçen yılbaşı yazdığım bir dilek notuna rastladım. Muhtemelen okuduğum secret tarzı bir kitaptan etkilenmem sonucu kaleme almışım bu satırları, yazdığımı bile unutmuşum.
Ne de olsa istemek başarmanın yarısıdır diyerek yeni yılda neler beklediğimi uzun uzun, oldukça da ayrıntılı olarak yazmışım.
Tam 1 yıl önce yazdıklarımı okurken berbat geçtiğini zannettiğim yılda aslında listemdeki pek çok şeyi gerçekleştirdiğimi gözlerim dolarak fark ettim.
Hiç farkına bile varmadan pek çok maddenin üzerine bir çentik atmışım meğer.
Bu nedenle kimilerine çocukça görünecek olduğunu bilmeme rağmen bu sene yeni bir liste yapmaya karar verdim. Geçen seneki listemde yer alan ancak henüz gerçekleşmeyen birkaç dileği de ekleyeceğim mutlaka ve notum da geçen yıl için şükrederek başlayacak mutlaka.
Size de tavsiye ederim, bir liste yapın, yılsonunda okuduğunuzda siz de ne kadar çok şey başardığınıza, aslında ne kadar şanslı olduğunuza inanamayacaksınız.
Zira mutlu olmak sadece listedeki en büyük dileğinizin gerçekleşmesi değildir. Büyük ikramiyenizi tutturamasanız da tutturduğunuz minik ikramiyelerin toplamı aslında zaten büyüğe eşdeğerdedir.
Hepinize sağlıklı, huzur dolu, bereketli, bol kazançlı, sevgi, aşk dolu ve listenizdeki tüm dileklerinizi gerçekleştirdiğiniz güzel bir yıl dilerim. Yılbaşında başınızdan huninizi eksik etmeyin, bırakın içinizdeki çocukla deli eğlensinler doya doya. Mutlu yıllar.

28 Aralık 2011 Çarşamba

TESTOSTERON

Bazıları bana soruyor; “Merve, bu kadar işinin arasında yazmaya ne zaman fırsat buluyorsun?” diye.
Efendim bendeniz bu satırları mahkeme kapısında, duruşma beklerken kaleme almaktayım. Bir ara bilgisayar başına geçip klavyeye de alınca sizlerle paylaşacağım.
Sevgili hâkimlerimiz aynı saate, ortalama 30 adet duruşmayı üst üste boşuna vermiyorlar. Bizim mahkeme kapılarında saatlerce duruşup durmamızın bir nedeni var elbet. Bu yolla hepimiz birer hatip, birer yazar olup çıkıyoruz. Anlayacağınız asıl duruşma mahkemenin içinde değil dışında yapılıyor. Avukatlar arasından bu kadar milletvekili, yazar, tiyatrocu, müzisyen çıkması hiç sebepsiz değil. Beklerken düşünüp üretecek çok vaktimiz oluyor zira.
Neyse konuyu dağıtmayalım. Dün akşam izlediğim Testosteron oyunundan bahsedeyim.
Oyunda belki 40 kere bu hormonun adı söyleniyor ancak halen dilim dönmüyor, telaffuzu zor bir kelime bu.
Öncelikle bu oyuna ailecek gitmeyin, arkadaşlarınızla gidin derim. Zira küfür ve şiddet içeren oyun yetişkinlere yönelik. Ancak annenizle falan gitmeye kalkarsanız da bazı şeylere güldüğünüz için yüzünüz kızarabilir, gerek yok.

Perde açıldığında Madonna’nın sarı saçları arasından bakan bir çift göz gibi duran 2 büyük ekrandan Tarantino’nun bir filmi başlıyor. Sahne tasarımı sade ama etkileyici.
Daha sonra sırayla 7 erkek alıyorlar sahnedeki yerlerini.
İlk perde sona erdiğinde, “olay çözüldü acaba 2. perdede ne olabilir ki?” dedik ancak 2. bölüm de en az ilk perde kadar eğlenceli.

Kostümler biraz zayıf, örneğin Kızılay dağıtmış gibi 7 erkeğin 7si de bir örnek beyaz boxer çamaşır giymiş. Evet, ne var; hepsi soyunup yarı çıplak kaldılar da öyle gördük.
Olayın kahramanlarının bir kısmı Polonyalı, bir kısmı ise Yunanlı. Böyle olunca da Polonyalılar’ın kulağımızın hiç de alışık olmadığı isimlerini anlamakta güçlük çekiyoruz. Zaten oyun boyunca başında bandajla oynayan oyuncunun yüzünü de ancak selam sırasında görebildik, sürpriz oldu.

Oyunun asıl sürprizi ise finaldeki şarkı, oyuna özel yazılmış, eğlenceli sözleri var ve tüm oyuncular canlı olarak çalıp, söylüyorlar. Emre Karayel bateriye, bir diğeri klavyeye, biri gitara geçiyor, hepsi ellerine birer mikrofon alıyor.
Bu şarkı ayakta o kadar uzun süre alkışlandı ki, bis yapmak zorunda kaldılar ve tekrar söylediler.
Testosteron, testosteron… üst üste söylemeye çalıştıkça daha da anlamsızlaşıyor sanki bu kelime.

29 Kasım 2011 Salı

HAYAT AĞACI

Afişte Brad Pitt ve Sean Penn’i görüp “hadi gidelim” dediğim film. Gerçi bize biletleri satan kızın acıklı bakışına anlam verebilseydik o anda başka bir filme gitmeyi akıl edebilirdik.
Ancak kader ağlarını acımasızca örmüştü bir kez.
Masum bir şekilde salondaki yerlerimizi aldık. Film başladı, Brad Pitt’i gördük ancak aradan geçen uzun ve çok uzuuun dakikalara rağmen filmde anlamlı bir şey olmadı. “Keşke yan salondaki banka filmine gitseydik, daha az sıkılırdık” bile dedik ancak azimle izlemeye devam ettik.
Sonra muhtemelen Rtük sinemaya ceza verdiği için araya çeşitli belgeseller girdi. Yoksa filmle hiçbir şekilde ilgisi olmayan, yanardağ, deniz, akarsu ve hatta dinazor! görüntülerini üst üste izlememizin hiçbir bir anlamı yoktu.
Bu arada zaten oldukça boş olan salonda kapasitesinin üzerinde bir konuşma sesi başladı. Herkes bizim gibi sıkılmış, muhabbete dalmıştı anlaşılan.
Belgesellerden sonra Brad Pitt tekrar göründü, çocuklarına 2 kelime söyledi, kayboldu.
Filmde bir çocuk öldü ama neden öldü, Niyazi oldu muhtemelen de filmin derdi bunu anlatmak değil, başka bir çocuk annesinin geceliğini çalıp akarsuya attı, “acaba gay mi olacak, annesine mi âşık, ne olacak?” diye bekledik ama filmin derdi bu da olmadığı için bu çocuğun bunu neden yaptığını da anlayamadık tabi ki. Aslına bakarsanız film çok sanatsal olduğu için biz zaten filmden hiçbir şey anlamadık ama bunu kabullenemediğimiz için yarıda bırakıp çıkmayı da beceremedik.

Önümüzde oturan 4 erkekten 3’ü; “abi biz çıkıyoruz, sen sonra bize sonunu anlatırsın” diyerek 4.’yü tek başına bırakıp çıktılar.
Muhtemelen 4. arkadaş seçmişti filmi, böyle teşekkür ettiler kendisine. Arkamızda oturan kızlardan biri; “burada izlemek yetmez, dvdsini de almak lazım” dedi. O derece sıkı(cı) bir film anlayacağınız.
Üstelik bu film ödüllü, bir daha Oscar dışında herhangi bir ödül almış filme gitmek istersem lütfen beni bağlayın, uyarmak falan yetmez.
Hakkını yemeyeyim filmde çok güldük gerçekten ama film kesinlikle bir komedi filmi değil, biz kendi aramızda gözlerimizden yaş gelinceye kadar güldük, iyi oldu tavsiye ederim. Siz de gidin filme.

28 Kasım 2011 Pazartesi

CAM

Salonda yer yok, gişede bir hanım iade bilet olup olmadığını öğrenmeye çalışıyor. Neyse ki biz önceden almıştık biletlerimizi, içeri geçip salondaki yerlerimize kuruluveriyoruz.
Oyunun başlamasını beklerken dekoru inceliyorum. Duvarda asılı bir Frida fotoğrafı, tuvaller, heykeller, şövaleleriyle burası bir resim atölyesi olmalı. Oyunla ilgili kitapçığı karıştırınca dekorun Barış Dinçel’e ait olduğunu ve buranın gerçekten bir resim atölyesi olduğunu öğreniyoruz.

Oyun boyunca birkaç ufak tefek değişiklik dışında dekor hep aynı kalıyor, oyuncuların kostümleri değişiyor.
Zaten ruh hallerini renklerle simgeleştirmiş kadınlar. İpek (Deniz Çakır) kırmızıların, Rüya (Dolunay Soysert ) morların kadını, Selen Üçer ise renksiz bir kadınken oyunun sonunda o da Camdan giren rüzgâra kapılıveriyor.

Oyunda adeta havaya görünmez bir para atılıyor; önce yazı geldiğinde neler olacağını izliyoruz, sonra 2. perdede “tura gelseydi ne olurdu?”yu izletiyorlar bize.

Hayat da böyle değil midir zaten, biz yazı ya da tura dediğimizde şansımızı denediğimizi sanırken, para havaya atıldığında görünmez bir el (belki de burada olduğu gibi rüzgar) atılan paranın yönünü değiştirmez mi?

Oyunun ilk yarısında Mete Horozoğlu’nu sadece yarım kalmış bir tabloda görüyoruz. Oyunu birlikte izlediğim arkadaşım, oyundan az önce yürüyen merdivenlerde kendisini gördüğünü söylemese, oyundaki varlığının bundan ibaret olduğuna neredeyse inanacaktım. Ancak 2. perdede rüzgâr ters yönden esmeye başlıyor ve Mehmet (Mete Horozoğlu) sahneye çıkıyor.
2. sahneyi izlerken ilk sahnede gördüğümüz bazı şeyleri tekrar gördüğümüzde ilk anda anlam veremediğimiz ipuçlarını da teker teker puzzledaki yerlerine oturtmaya başlıyoruz.

Agatha Christie’nin söylediği gibi duvarda bir tüfek varsa romanın sonunda o tüfek patlar. Ancak Cam, tüfeği gösterdiği halde zekice kurguladığı için nasıl patlayacağını çoğunlukla patlayana kadar anlamak mümkün olmuyor ki bu da oyunu keyifli hale getiriyor.

Deniz Çakır Yaprak Dökümü’nde döktüğü gözyaşlarından sonra gülmeye başlamış bence çok da yakışmış, komediye devam etmeli. Ancak sayesinde kapalı alanda sigara içme yasağı sahnede birkaç kez deliniyor ki oyunun bütün geliri cezaya kurban gidebilir, korkarım.

Selen Üçer’i ne yalan söyleyeyim, Hanım’ın Çiftliği dizisinden hatırlıyor ancak ismini bilmiyordum ama sanıyorum yakın zamanda herkes öğrenecektir.

Eve gelip de evdekilerin “Cam neymiş?” sorusunu duyana kadar oyunun ismi hakkında hiç düşünmediğimi fark ettim. Aslında bence adı rüzgâr da olabilirmiş pekâlâ, zira cam ile anlatılmak istenen aslında bir pencere ve ondan da ötesi oradan içeri giren rüzgârın ettikleri.
Oyundan aklımda kalan bir müzik yok, sadece dalga sesleri var ki o da patlamayan bir tüfek olarak duvarda asılı kaldı.

Oyunun ikinci yarısı kesinlikle daha keyifli. Mete Horozoğlu’nun katkısı göz ardı edilemez.
Levent Kazak’ı da tebrik etmeli, zeki ve klişelerden uzak esprileri ile keyifli bir oyun ortaya çıkarmış.

Çıkışta önümüzde yürüyen çiftten “Kaygan Zemin” isimli tiyatro oyununun da benzer bir “ya tersi olsaydı?” kurgusuna sahip olduğunu öğrenmemiz bile kurgunun başarısını gölgelemeye yetmiyor. Sadece sonunda verdikleri selam için bile Cam izlenmeye değer, diğer tiyatrocular da izleyip feyz almalı.

22 Kasım 2011 Salı

PAÇİ

Akşam tiyatroya, Paçi isimli oyunu izlemeye gideceğimi söyleyince teyzem; “Paçi Lazca bacı demek” diye aydınlatıyor beni. Oyun gerçekten de Karadeniz’de geçiyor.
Karadeniz ezgileri eşliğinde salondaki yerlerimizi alıyoruz, bir de dinmek bilmeyen bir kuş cıvıltısı var.
Acaba kuşun biri yanlışlıkla salona mı girdi diye çaktırmadan etrafa bakıyoruz ama ortalarda kuş resmi bile yok.
Oyun başlıyor, sahnede yerde bir dikiş kutusu var, sonradan Erkan Can’ın sahnedeki yerini almasıyla bunun bir alet kutusu olduğunu anlıyoruz.
Terzi olup sökük dikecekler diye beklerken marangoz olup çivi çakmaya başlıyorlar çırağıyla; belki de tam da bu yüzden çekici eline vuruyor Erkan Can.
Çünkü anlıyoruz ki aslında onlar tiyatro oyuncuları, dekorlarını tamir ediyorlar akşamki oyundan önce.

Tiyatro böyle bir şey, gerektiğinde dekorunu çakar, kostümündeki söküğü diker, makyajını kendin yaparsın. Tiyatro azıcık deli işidir. Televizyonda oynayacak bir dizinin tek bir bölümünden kazanacağınız parayı, tiyatroda tüm bir sezonda kazanamayabilirsiniz.

Paçi’de de oyuncular sahne aralarında kararan ışıkların altında dekorları kendileri yerleştiriyorlar, oyunla gerçeğin çok da farkı yok bu açıdan.

Erkan Can’a gelen giden Firet diyor. Firet Firet dedikleri Fred Çakmaktaş mı acaba diye düşünüyor insan ancak daha sonra Karadeniz şivesine alıştıkça kulağımız isminin Fırat olduğunu anlıyoruz.
Mahalle’nin muhtarlarının Temel’i Erkan Can, Paçi’de de Karadeniz şivesi ile oynamasına karşın farklı bir oyunculuk sergiliyor.
İnternette gezinirken öğrendiğime göre bu oyun için 37 yıldır aralıksız içtiği sigarayı bile bırakmış. Bence çok da iyi etmiş, zira bu oyun büyük kondüsyon gerektiriyor.

Oyuncular çok enerjik bir performans sergiliyorlar, sanırım ışıkların da etkisiyle oyunun sonunda her gece birkaç kilo veriyorlardır. Oyun boyunca sahnenin bir sağına bir soluna koşturmaca eksik olmuyor.
Biz seyrederken yoruluyoruz ama oyuncular azimli, üstüne bir de halay çekip kol bastı yapıyorlar.
Bir de Karadenizli olduklarını belli edercesine bol bol çay içiyorlar ama seyirciye ikram etmek akıllarına gelmiyor. Oysa şöyle tavşankanı çaylarımızı, Ajda bardaklarımızda yudumlayarak da izleyebilirdik oyunu.

Bir demet tiyatronun Füreyyası Neslihan Yeldan, Paçi’deki Leyla rolünde de hırçın. Üstelik eli de maşalı, maşa yerine süpürge kullanıyor ama bu canını sıkanları bir güzel pataklamasına engel olmuyor.
Karadeniz’in hırçın dalgalarından daha da tehlikeli Leyla’nın, herkesi peşinden koşturan dünya tatlısı Ayla isimli bir de paçisi var.
Oyun da bunun üzerine kurulu; zengin babanın tatlı kızıyla evlenmek isteyen adaylar Leyla engeline tosladıklarından, bir oyun edip ondan kurtulmaya çalışıyorlar. Ancak bir süre sonra kim avcı, kim av karışıveriyor.
Arada hafif politik göndermeler olsa da bu bir komedi. Özellikle Charlie Chaplin’in Şarlo’sundaki gibi durum komedilerinden hoşlananlar için geçirilecek güzel bir saat vaadediyor.
Ama siz yine de yerinizi en önden ayırtmayın, kafanıza bir golf topu inebilir ya da Leyla’nın süpürge darbelerinden nasibinizi alabilirsiniz, neme lazım.
Merve Gürcan

30 Ekim 2011 Pazar

HAMAM

Tosun Paşa filmindeki unutulmaz hamam sahnesini bilirsiniz; Adile Naşit ile düşman ailenin üyeleri şarkılı bir atışma içine girerler. Türkünün sözlerini kendilerine uyarlayarak söyledikleri; “45 yaşında Adile de Hanım pek de kartlaşmış” sözleri hafızalara kazınır.

Artık duşlar, küvetler, vanayı çevirir çevirmez her daim akan sıcak sular evlerde olduğu için hamamlar unutuldu. Sefasını birkaç turist sürer oldu.

Hatta Türkiye’de yaşayan yabancı kadınları anlatan “Expat’s Harem” adlı bir kitapta hemen hepsinin en az bir kez hamama gidip muhteşem izlenimlerini aktardıklarını da üzülerek okudum.
Çünkü ben hamam zengini bir kültürün evladı olarak hiç hamama gitmemiştim. Onlarsa kendilerini hamamda yapılan kese ve masajlarla prensesler gibi hissettiklerinden bahsediyorlardı.

Ben de denemeye karar verdim bu lüksü. Tabi her hamama da gidilmez, malum masaj salonu diye “başka hizmetler” veren yerleri de duyuyoruz, sakata gelmeyelim. Arkadaşımın daha önce gittiği bir hamamda karar kılıyoruz.

Allah akıl fikir dağıtırken biz ne yapıyorduk bilmiyorum ama ortalarda olmadığımız kesin olduğu için karşı yakada olan bir hamamı seçmiş olduk. Hava bulutlu, her an su koyuverebilir, rüzgâr da esiyor bir yandan ama azimliyiz, yola çıkıyoruz.

Gittiğimiz yer özel bir kolejin içerisinde yer alan çok amaçlı bir tesis. Hamamın yanı sıra havuzu, jakuzisi, buhar odası, saunası ve spor salonu var.

Biz jakuzi ile başlıyoruz şımarmaya. Sıcak suyun içinde birer köşeye oturuyoruz, su sürekli alttan kabarıyor, bizse adeta pelteye dönüyoruz. Çıkmak istemiyoruz ama içimizden bir ses de “bu daha başlangıç, daha sırada hamam var” diyor, o sesi dinliyoruz.

İstemeye istemeye çıkıyor ve birer şezlonga yığılıveriyoruz adeta. Sanırım jakuzinin sıcak suyu benim kemiklerimi eritti, kemiksizim şu an, yürümek istemiyorum.
Biraz su içip dinlenince aşağıya hamama inmeye hazırız.

Hamam görevlisi geliyor, peştamallarımızı ve sabunlarımızı getiriyor, kese ve masaj isteyip istemediğimizi soruyor.

Ben keseyi tercih ediyorum. “Siz biraz su dökünün, hazırlanın, sakın sabun ya da şampuan kullanmayın” diyor, ben “Peki zeytinyağlı yaprak sarması servisiniz falan yok mu?” diye soramadan gidiyor. İçeride darbuka, ud falan da yok, sessizliği suyun sesi kırıyor sadece.

Kurnalara akan sıcak suları dökünüyoruz üzerimize. Her yer bembeyaz mermerlerle kaplı.
Üzerimizde bikinilerimiz var; peştamalları ise mermerlerin üzerine sermek için kullandık. Ahşap takunyaların yerine plastik terliklerimiz var.

Biraz sonra natır geliyor. Alttan ısıtmalı göbek taşına uzanıyorum.
Natır hiç sormadan bikininin üstünü çözüveriyor, hamamda utangaçlık yok. Neyse ki bizden başka kimse de yok.

Elinde kese ile büyük bir ciddiyetle başlıyor işine. Çok zayıf ama atom karınca gibi bir kadın. Tokatlıymış, 11 yıldır bu işi yapıyormuş. Sonradan öğrendiğime göre en iyi natırlar hep Tokatlı olurmuş zaten.

Onu bir marangoza benzetiyorum. Marangoz nasıl ağacı zımparalayıp üzerindeki fazlalıkları alırsa bu kadın da bizi keseleyip üzerimizdeki ölü deriyi alıyor.

Her gün en az bir kez, hatta bu ara spor salonuna gittiğim için sauna ve havuz öncesi ve sonrası en az 2 kez duş aldığım için üzerimden çıkan şeylere inanamıyorum. Yılanların deri değiştirmesi gibi ben de eskimiş derimi orada akan suya bırakıverdim.

Eskiden kaynanalar gelinlerini hamamda beğenirmiş. Valla ne yalan söyleyeyim, o dönemde yaşıyor olsaydık, kesin kaynanamla gitmeden bir gün önce tek başıma gidip kese yaptırırdım hazırlık için, neme lazım.

Arkadaşım köpük masajını tercih etti, ben kese ile rendelenirken o yastık kılıfı gibi bir bezin içinden çıkan sabun köpükleri arasında kaybolmuş durumda. Arada köpüklerin arasından başını kaldırıp, ağzından baloncuk çıkartıyor, bir şeyler söylüyor galiba ama ben hayal âleminde olduğum için duymuyorum.

Çıkışta kendimi hafiflemiş hissediyorum. Öyle ki en az birkaç kilo verdiğime yemin edebilirim.
Makyaj yapsam mı diye aynaya bakarken allık sürmeme hiç gerek olmadığını fark ediyorum. Yüzüm de pembeleşmiş, canlanmış ve bebek teni gibi yumuşacık oluvermiş.

Artık kendimi Hürrem Sultan gibi hissediyorum, orta şekerli kahvem de nerede kaldı, cariyeler size söylüyorum, duymuyor musunuz?

16 Ekim 2011 Pazar

YOLLAR YÜRÜMEKLE AŞINMAZ

Stresten tansiyonumun düşmesi, dizimdeki ağrı ve zaten gereğinden fazla esnek olan liflerim derken mecburen spora başlamaya karar verdim.
Her sağlık sorunumda her soruya verilecek birkaç bin cevabı olan çokbilmiş google’un da ısrarla söylediği gibi “spor yapmayan genç hanımlarda bu tip problemler sıklıkla görülürmüş”
Madem her şeyi biliyorsun google efendi de neden her soruma “spor yapmalısın” diye cevap veriyorsun ki sen?

Hem ben gayet sportif bir insanım; adliyede mahkeme kaleminden, vezneye, vezneden tekrar kaleme koşturup duruyorum, sonra ofiste masamdan kalkıp kahve alıp geri dönüyorum ki günde ortalama 3 kahve içsem, ohoo…

Neyse gene vardır bir bildiği dedim, uydum google efendinin aklına, bir spor salonuna yazılmaya karar verdim.
Hatta gaza getirecek bir arkadaş da buldum, beraber yazıldık.

Bu spor cidden inceltiyor kardeşim. Spora başlamadan spor ayakkabısı, eşofman takımı, çantası derken bedenimizden önce cüzdanımız zayıfladı.
“Neyse artık spora hazırız” derken o da ne; “hepatit b ve c testleri yaptırmadan başlayamazsınız” dediler.
“Tamam” dedik.

Ama yüz verince astarını istiyor bunlar da canım. Bir de utanmadan; “kaç yaşındasınız, boyunuz kaç cm, kilonuz ne?” ve sair sevimsiz sorular soruyorlar.
Tabi sözkonusu sağlık olunca “ben yaşımı bir ara 30’a sabitlediydim” de denmiyor, doğruyu söylüyoruz alçak sesle. Hoca gıcık galiba, yıl olarak söylediğim tarihi anlamazlıktan gelip yaş olarak soruyor kaç olduğumu.

Neyse bunu da atlattıktan sonra saat, metal takılar, çoraplara kadar çıkarttırıp tartıya alıyor bu sefer. Ama vücut kitle endeksimi ölçmesi gereken alet sıfır gösteriyor.
Hoca şaşkın.
Benim jeton düşüyor tabi; “Şey, ayağımda 4 tane vida var benim, ondan ölçemiyor olabilir mi?”
Bingo.
Vidalar vücudumun kaç kilosunun yağdan oluştuğunu öğrenmemize izin vermedi. Ağırlığı olmayan, bir nevi hayaletim ben şu an.

“İlk gün sizi yormayalım” diyen hocalar 20 dakika yürüttü, 25 dakika bisiklette pedal çevirtti. “Neyse yollar yürümekle aşınmaz” dedik, devam ettik. İnsan 20 dakika yürüyüp de bir arpa boyu yol almaz mı be kardeşim?

Ama daha da acısı evdeki viledanın sapına benzeyen bir sopa ile bir sağa bir sola dönüp durmamdı.
Annem görmedi Allah’tan. Görse dilinden kurtulamazdım; “kızım boş boş yapacağına, yerleri silseydin paran da cebinde kalırdı.”

E biz bunun için mi para ödedik yani?
Neyse en azından yüzmemize izin var, serbestiz. Havuz sıcak ancak yağmur damlaları damlıyor yukarıdan.
Organik havuz galiba bu, el değmemiş.

Soyunma odasına anneleriyle gelen 2 ufaklık var, “babalarını da getirseydin bari” demedim tabi, çıkmalarını bekledim.

İlk günü atlatıp dışarı çıkınca kahve içmeye karar veriyoruz. Ancak menü gelince ani fikir değişikliği ile yemek ısmarlıyoruz.

Gerçi önceki spor salonu deneyimimden biliyorum, normalde 1 tabak yiyip kalktığım masadan 3 tabaktan önce kalkamam, sağlıklı olalım derken kilo almak da var işin ucunda, dikkatli olmak gerek.

Tabi hemen kendimizi avutmaktan da geri kalmıyoruz; “3 saat efor sarf ettik, tabi ki enerji almamız lazım, di mi?” Enerji dedim de ben gene acıktım galiba.

28 Eylül 2011 Çarşamba

İYİ Kİ DOĞMUŞUM




Bugün benim doğum günüm. Kaç yaşıma girdiğimi söylemiyorum bir süredir, çok ısrar eden olursa doğum yılını söylüyorum, hesaplamayı kendiniz yapıverin bir zahmet.

Aslen buçuklu yaşları geçmiş doğum günü çocuklarını böyle sevimsiz soru ve imalarla meşgul etmemek adettendir, değilse bile olmalıdır.

Hatta doğum günü çocuğuna hediyeler almak, çiçekler göndermek, sürprizler yapmak da sevdiğimiz adetlerimizdendir, itinayla yaşatılmalıdır.

Doğduktan sonra ilk eve giderken abime çikolata ve oyuncaklar götürdüğüm, birbirimizi kıskanmayalım diye abimin doğum gününde bana, benim doğum günümde ona da hediye alınan günlerden abimin de bana hediye aldığı günlere geldik.

Duruşma sıramın gelmesi için mahkeme kapısında geçmek bilmeyen şu zaman, iş yılların uçup gitmesine gelince ne de çabuk geçiveriyor öyle.

İpek Ongun’un yaş 17’sini okuyup “Ah bir 17 olsak” dediğimiz yaşlarımızı gülümseyerek hatırlıyorum.

Üniversiteye kayıt yaptırdığımda 17 yaşında idim ve Foça’daki barlara henüz 18 olamamışken üniversite kimliğimi gösterip girdiğimi hatırlıyorum.

Çocukken sorulduğunda; “3,5 yaşındayım” şeklinde yaşımızı marifetmiş gibi bir üst yaşa yuvarladığımızı unutup şimdilerde “Ama ben eylül doğumluyum, daha doğum günüme çok var” ya da “1 yaşında doğmuyor ki insan” diyip bir alttaki yaşa yuvarlamayı tercih ediyorum nedense.

Birileri “Aa yaşını hiç göstermiyorsun, ben seni yeni mezunsun sanmıştım” dediğinde içten içe sevineceğimi, “Ah şu okul bir bitse de kurtulsak” diye düşündüğüm günlerde aklımın ucundan bile geçirmemiştim.

(Ne kadar zaman önce olduğu önemli olmayan) 30. doğum günümde yaşımı 30’a sabitleme kararı almıştım. Yani en az bir 10 yıl boyunca 30 kalmayı planlıyorum kısmetse.

Kimilerinin aksine doğum günümü kutlamayı, sevdiklerimle paylaşmayı çok severim. O yüzden her yıl farklı bir şekilde bu mutlu günü kutluyorum.

Hatta kutlamalar birkaç gün öncesinden gelen telefonlarla başladığı için buna “kutlu doğum haftası” diyorum. Yaşımı sabitlemiş olduğumdan artık yaşlanmıyor olsam da yaş günümü yurtta ve tüm dünyada renkli törenlerle kutlamayı seviyorum.(Ne var internet çağında değil miyiz?)

İnternet sağolsun, twitter’dan, facebook’tan doğum günümü öğrenip kutlayanlara, cep telefonumdan tebrik mesajı atanlara, arayanlara teşekkür etmekten yoruldum, öğle yemeğim buz gibi oldu falan ama hiç şikâyetçi değilim. Yani sanırım bir 400 kere daha “teşekkür ediyorum” diyecek olsam hayır demem bugün.(401) Sevildiğini bilmek güzel şey…

Burçlarla pek ilgim olmasa da yükselenim de aynı olduğu için duble terazi olduğumu ve kendi burcum diye demiyorum ama terazinin çok süper bir burç olduğunu da biliyorum.


İyi ki doğmuşum, iyi ki doğum günümü hatırlayan dostlarım var. Beni bugün gülümsettiğiniz için “teşekkür ederim” (402), sizlere de bulaşmıştır inşallah gülümsemem.


NOT: Doğum günü şarkısı olarak MFÖ’den “yaşın hep 19”u seçtim.

24 Eylül 2011 Cumartesi

BİR ZAMANLAR TWITTER’DA




Dün twitter’a girdim, tweetlere şöyle bir göz atarken Ahmet Hakan’ın “Yarın Nuri Bilge filmi günü: öğleden sonra benimle filmi seyretmek isteyen altı kardeşimiz, dm'den mesaj sarkıtsın... "ilk altı" konuğumdur.” Şeklindeki tweeti gözüme çarptı.
Binlerce takipçisi olduğu ve ben de tweeti biraz geç gördüğüm için pek umudum olmasa da şansımı deneyerek kendisine mesaj attım. Yaklaşık yarım saat sonra “yarın sinemanın altındaki cafede buluşuyoruz” şeklindeki mesajı gelince şanslılardan olduğumu anladım.
Bu arada talep çok olduğu için kişi sayısını 6’dan 20’ye çıkartmış olmasının da payı büyüktü elbette.
Gece Ahmet Hakan’ın klasik “vakitlice yatın” uyarısı ile çok da geç olmadan yattım, cumartesi öğlen 12.30’daki buluşmamıza erkenden gittim.
Buluşma yeri olan cafede masalarda tek başına oturarak beklemekte olanların bizden olacağını tahmin ettiysem de şansımı zorlamadım, Ahmet Hakan’ın gelmesini bekledim. Zaten geldiği anda 20 kişinin birden aynı anda yerlerinden kalkarak ona doğru yönelmesi de görülmeye değerdi.
Kahveler içildikten sonra sinema salonuna geçtik, evsahibimiz hiçbir masraftan kaçınmayıp bizim için salonu da kapatmıştı sanırım. Gerçi arka sıralarda salona bizden habersiz gelmiş olan Teoman’ın olduğu ancak filmin başında sıkılıp çıktığını da sonradan öğrendim, belki de Ahmet Hakan bu kadar güzel kızla birlikte film izlerken kendisinin yalnız olmasından hoşlanmamıştır. Ne diyelim tweetleyen kazanır, elması kızarır sevgili Teoman.
Film sonrası bahçedeki cafede öğle yemeğimizi yedik hep beraber.
Masa bu sırada fikren ikiye bölündü; filmi muhteşem bulanlar ve bulmayanlar.
Açıkçası ben muhteşem bulmayan taraftaydım.
Bir kere film inanılmaz uzundu; tam 157dk. Bana kalırsa filmin 50 dakikası makaslansa bile hiçbir şey kaybetmez, hatta değeri artardı gözümde.
Nuri Bilge Ceylan sanıyorum filmi kuzey kutbunda çekmiş; filmin ilk yarısı gece 2. yarısı ise gündüzdü. Gerçi gündüz olan sahnelerde de kapalı bir hava olduğu için oldukça kasvetli bir atmosferi var filmin.
Konusu da zaten bir cinayet araştırması üzerine kurulu olduğu için bu mazur görülebilir.
Filmi beğenmediğim düşünülmesin, oyuncular oyunlarının hakkını vermiş, mimikleriyle bile çok şey anlatıyorlar. Arada izleyenleri, güldürmese de gülümseten birkaç ince espri de ağır ilerleyen senaryoyu daha izlenir kılıyor.
Filmin başında arabaların zifiri karanlıkta virajları dönerken farlarının toz dumanında yarattığı görüntü arabaların ardlarında alev saçmaları gibi harika bir manzara sunuyordu gözlere.
Ağaçtan kopup derede yuvarlanan elmanın yolculuğu da Nuri Bilge’nin şiirsel anlatımının güzel örneklerinden biriydi.
Filmde erkek egemen bir durum var. Koca film boyunca, tekrar ediyorum, yazıyla yüzelliyedi dakika boyunca hepi topu 3 kadın görüyoruz ve bu kadınların ağızlarından çıkan kelime sayısı da 3’ü geçmiyor.
Yani Amerikan filmlerindeki klasik senaryolardaki gibi güzel kadın- yakışıklı jön- filmin sonunda mutlu son beklentisi içinde olanlar bu filme sakın gitmesin.
Filmin sonu ağzınızı açık bırakıyor çünkü aslında film bitmiyor.
Jenerik akarken acaba araya son bir sahne daha girer de film bir şekilde sona erer mi diye uzun süre bekledik ancak filmin sonu tamamen hayal gücünüze bırakılmış.
Festivallerde ödül alan filmleri genelde sıkıcı bulurum.
Masanın Bir Zamanlar Anadolu’da konusunda ikiye ayrılmasından sonra bunun nedenini çok net bir şekilde anladım bugün.
Masada mesleği oyunculuk, olan ya da sinema tv bölümünde tahsil görmekte olanlar filme bayıldılar. Benim gibi sade vatandaş izleyiciler ise, o sırada Ahmet Hakan’a telefonla bağlanan Ertuğrul Özkök’e uyup, Karayip Korsanları’na gitseydik bari biraz gülerdik havasına büründüler.
Festival jürilerinin de genellikle ünlü oyuncu ve yönetmenlerden oluştuğu düşünülürse seyirci ile jüri arasındaki görüş ayrılığı çok net bir şekilde görülebilir.
Filmin sanat toplum için midir, sanat için midir şeklindeki tartışmalara son derece iyi bir örnek teşkil ettiği kesin.
Ya da belki de ben yanılıyorumdur, bu tip filmlerde asıl ödül filmi sabırla izleyen seyircilere veriliyordur, kim bilir.
Sonuç olarak 20 yeni dost edindiğim bugün benim için unutulmazlar arasındaki yerini alacak elbette.
Marifet iltifata tabidir; Ahmet Hakan’a bugünkü ev sahipliği için ne kadar teşekkür etsek az. Hepimizle teker teker ilgilendi.
Yeşil gözleriyle gülümseyerek bakan bu adam, ünlü olmasına, 20 kişiye tek kuruş harcatmadan ev sahipliği yapmasına rağmen kibirden uzak ve çok sempatikti.
(Merak edenler için o, filmi çok beğenmiş.)

12 Ağustos 2011 Cuma

SAVAŞ BOYALARI



Kleopatra güzelliğine pek düşkünmüş, keçi sütüyle yıkanırmış. Hatta rivayet odur ki yıkanmak için Türkiye’ye gelmiş de gemilerle Mısır’dan kum getirtmiş denize gireceği yere.

Güzelleşmek için kadınların birer kimyager edasıyla yaptıkları soğan kabuğundan saç boyası, isten sürme, kına derken gelişen kimya endüstrisi ile artık her şey bir parfümeri kadar yakın, elimizin altında.

Rujlar, allıklar, rimeller, fondötenler, bin bir çeşit de krem var.

Karınca yumurtası yağı, salyangoz bilmem nesi, inci tozu, minare gölgesi, davul tozu her gün yeni bir ürün çıkıyor.

Kimi gözaltı morlukları ve torbaları için, kimi peeling, kimisi temizlemek, kimisi ışıldatmak, kimisi yumuşatmak, kırışıklıkları önlemek, selülitleri yok etmek, bronzlaştırmak için çeşit çeşit krem. Gecesi ayrı, gündüzü ayrı sürülen kremler.

Tüm bunları temizleyici sütler, tonikler, peeling jelleri, sonra maskeler, çamurdu, kildi derken suratımıza her gün bir inşaat çıkıyoruz kat kat.

Hepsini sürmeye 24 saat yetmez.

Sürüp sürüştürmeler de yetmiyor; gözlere Eros’un oklarını aratmayan takma kirpikler, başlara peruklar, postişler takıyoruz.

Kaşları önce alıyoruz, sonra kalıcı makyajla, dövmeyle yeniden kaş yaptırıyoruz.

Yetmiyor gariban bir boa yılanını yakalayıp zehrini alıyoruz, neymiş dudaklarımız dolgun görünmeliymiş. Maymunlarınki de dolgun ya neyse…

Kimileri güzelleşmek uğruna bıçak altına yatmaktan da çekinmiyor.

Kimsede olmasın diye haute couture kıyafetlere binlerce lira saçan kadınlar, neden birbirlerine benzemek için estetik yaptırır, bunu da anlamakta güçlük çekiyorum.

Ağdaydı, epilasyondu bilumum yöntemle fazla tüylerden de kurtuluyoruz.

Eh tırnaklara da ilgi göstermezsek olmaz; manikür pedikür yapılıyor, ojeler sürülüyor.

Bunların da modası var; bir sene bakıyorsunuz alev kırmızısı eller modayken, ertesi seneye birden masumiyet moda oluyor herkes kum beji sürünüyor.

Tırnak şekilleri de bir yuvarlak oluyor, bir küt, bir uzun, bir kısa.

Sıra geliyor makyaja; allıklar, rimeller, farlar, kalemler rujlar sürülüyor. Ama dikkat etmek gerekiyor; öyle savaş boyası gibi sürmek marifet sayılmıyor.

Birisi size; “Makyajın çok güzel olmuş” diyorsa, acilen aynada kontrol etmenizde yarar var. Zira iyi makyaj; yokmuş gibi duran, doğal görünen makyajdır.

Kusurları gizlemek, güzel olan yerleri belirginleştirerek ön plana çıkartmak amacını taşır. Güzelleşeceğim zannederken otomobilin uzak farları gibi ya da sis lambası gibi görünmek istemeyiz herhalde.

Makyaj da yetmiyor kolyeler, incik boncuklar takıp takıştırıyoruz.
İncecik topuklu ayakkabılar giyip boyumuzu da uzattık mı tamamdır.

Öyle ki ıssız adaya düşsek, birkaç ay sonra tanınmaz hale gelecek çoğumuz. Hatta tüketici kanunu gereği gündüz alan gece bırakacak; “Bu benim evlendiğim kadın değil” diye.
Velhasıl kadın olmak zor iş azizim.

Neyse ben çok konuştum, gidip bir rujumu tazeleyeyim.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

İskonto Mahmut




İSKONTO MAHMUT

Bir insan hiç pazarlık yapmadan büyük bir sözleşmeye imza atıyorsa şartlarına büyük olasılıkla uymayacaktır, tecrübeyle sabit.

Çünkü söz konusu olan paraysa, ortalama bir insan cebinden çıkacak olan parayı azaltmak için çabalar. Ama hiç ödememeye baştan niyetli ise bu umurunda olmaz.

Sadece sizden ödemek için süre isteyebilir. Ancak istediği süreye göre dikkatli olmanız gerekir, çünkü genellikle iş bittikten veya mal teslim edildikten sonraki bir tarihte ödeyeceğini söyler.

Siz kendinize düşeni yapar, teslim edersiniz; sonra arayın ki bulasınız. Bulursanız da para yerine bol bol nasihat alırsınız.

Hatta size öyle bahaneler sunar ki onunla ağlamamak ve hatta üzerine 3-5 de cebine koymamak için zor tutarsınız kendinizi. Sözkonusu bahaneleri senaryo haline getirebilirseniz Oscar bile alabilirsiniz.

Sürekli olarak ne kadar “dürüst” olduğunu anlatan kişinin dürüstlüğünden de şüphe ederim.

Genellikle sözleşme öncesi; “Benim sözüm senettir, yazmaya gerek yok” diyerek başladıkları nutukları birbirine benzer.

“Sözüm Senet Mahmut” ile sözleşmesiz, senetsiz iş yaparsanız bir bardak soğuk suyunuz benden.

Sattığınız malı, başınızın gözünüzün sadakası olsun diye bağışlayacaksanız da bunun için hayır kurumları var, en azından kendi rızanızla vermiş olursunuz, içiniz yanmaz.

İnsan kendinde ne eksikse onu gizlemeye çalışır. Gizlemek için de çaba gösterir, “en iyi savunma saldırıdır” diyerek.

Bir erkek sürekli evlilikten bahsediyor, “Genç kızların rüyasındaki erkek benim” diyorsa müzmin bekârdır, evlenmeye de hiç mi hiç niyeti yoktur.

Havlayan köpek ısırmaz misali, evlenecek adam da zaten evlenir.

Örneğin bekârlık başına vurmuş sözü de buradan gelir.

Sürekli çapkınlık hikâyesi anlatan ihtiyar delikanlılar gibi, bir atışla tam 10 tane çulluğu aynı anda vurduğunu iddia eden beceriksiz avcıların da diline vurur hayallerindekiler.

Avcılar kulübünde av hatıralarını anlattığı sırada bir flashback yapılabilse, tam atış yapacağı sırada ayağı taşa takılıp tökezlediği için tüm çullukların havalanıp kaçtıkları görülebilirdi.

Böyle insanlara “İskonto Mahmut derim; söylediklerinin en az %50’sine iskonto uygulayıp geri kalanına itibar etmek gerekir zira.

İnsanların sözlerinden çok davranışlarına değer vermem bundandır. “Seni seviyorum” diyip 2 gün telefon bile etmeyen adama değil ama süslü sözler söylemese de sizin için erken kalkıp kahvaltıyı hazırlayan insanın sevgisine güvenebilirsiniz.

Başkalarında çok kusur arayanın kendinde kusur çoktur, kompleksi de boldur.

Kendisiyle barışık olmadığı, kendisini yetersiz hissettiği için diğer insanların iyi yönlerini değil, kötü yönlerini cımbızlayıp dillerine dolamayı severler. Böylece kimsenin mükemmel olmadığını dünyaya yayıp kendilerini iyi hissetmek isterler.

Kötülükle beslenir, aslında bu yüzden de hiç mutlu olamazlar.

Başkalarının derdine ağlamak kolaydır, zor olan başkasının sevincine ortak olabilmektir.

Yeterince özgüveni olmayan bir insan kimseye iltifat edemez. Siz yarım saatte 3 kap yemek yapıp önüne çıkartsanız, “Neden 4 kap yapmadın?” diyebilecek ama sahanda 2 yumurta bile kıramayacak tipte insanlardır bunlar.


Sürekli ne kadar zengin olduğundan bahseden biri ya sonradan görmedir ya da gerçekte olmadığı kadar zengin görünmeye çalışıyordur.

Evine misafirlerini bile ayakkabıyla sokmayan, koltukları kirlenmesin diye üzerlerini örten, salonun kapısını kilitleyen her fırsatta ne kadar temiz, titiz olduğunu anlatan hanımların parktaki bankta otururken çitledikleri çekirdekleri yere attıklarını görebilirsiniz.

Ele verir talkımı, kendi yutar salkımı; kimi insan başkalarını kınamaya öyle dalar ki kendi problemlerini unutur ya da belki de zaten unutmak için her şeyi kınamaktadır.

İnsan birinin yaptığı bir şeyi kınamadan önce aynayı kendine doğrultmalı ve eğer hiç günahı yoksa ya da kınayacağı kişiden daha azsa günahları, ondan sonra atmalı ilk taşı, hala atabiliyorsa tabi.



Birileri sizin arkanızdan dedikodunuzu yapıyorsa, eksiklerinizi, hatalarınızı herkese duyurmaya çalışıyorsa, bilin ki sizi kıskanıyordur. Sizi kendinden üstün gördüğü için kendi seviyesine indirmektir tüm çabası.

Kıskançlık sadece kıskananı yakan kor bir ateştir. Siz belki dedikodulara birkaç gün üzülürsünüz ancak rüzgârın kayadan alabileceği ancak tozdur. Oysa onun içindeki kıskançlık ateşi onu yakmaya devam edecektir.

Mahallenin delisi kuyumcudaki altınlara bakıp; “Sen tenekesin” diyormuş; ne altınların değeri düşmüş ne de onun deliliği geçmiş.

Siz de kıskanç birini görürseniz deli diyin, gülün geçin. İskonto Mahmut’u görürseniz de %50 iskontonuzu unutmayın.

5 Temmuz 2011 Salı

SONRADAN GURME

İnsanlar sevdiklerini mutlu edebilmek için saatlerce uğraşıp 5 dakikada yeniliveren yemekler hazırlar, bıkmadan usanmadan. Üstelik pişirmekle de kalınmaz, süslenip püslenip özenle sofraya konulur.

Kimileri için yemek yapmak zevktir, kimileri içinse yemek.
Sevdiği açken “ben yemek yapmayı bilmem” diyebilen kişi onu gerçekte sevmiyordur, yoksa bir yumurta da mı kıramaz insan?

Gerçi yumurta diyip geçmeyin, Devlet-i Osmanlı’da padişah soğanlı yumurtayı tam kıvamında yapabileni saray mutfağına baş aşçı olarak alırmış.

Yemek üstüne içilen Türk kahvesinin de yeri ayrıdır.
Eskiden eve misafir geldiğinde kahveyle birlikte su getirilirmiş.
Misafir toksa kahveyi alırmış, açsa suyu. Suyu alırsa hemen sofra kurulurmuş. Böylece çok ince bir nezaketle anlaşılırmış hiç konuşmadan. Zira misafire aç mısın demek ayıp sayılırmış, kibarlığından evet diyemeyeceği için.

Annemler Boşnak kökenlidir ve onlarda kahve çok önemlidir. Bir yere kahve içmeye gidiliyorsa da mutlaka birer paket kahve ile şeker götürülür, “yarım elma gönül alma” denilerek. Bu da misafirin ev sahibine gösterdiği nezaketten kaynaklanıyor. Böylece evde kazara kahve yoksa çat kapı gelen misafire “evde kahve yok” demek zorunda bırakılmıyor ev sahibi.

İnsana gelmişini geçmişini anlatabilen başka bir içecek daha yok zaten şu dünyada. Ne demişler fala inanma, falsız kalma. Zaten kahve falında olay fala inanmak değildir, iki kişinin dertleşmesine aracı olmaktır; kahve bahanedir. 40 yıl hatırı olması da belli ki bu sırdaşlıktan kaynaklanır.

Eskiden komşuya tabak gidince illa ki dolu gelirdi geriye. Şimdi apartmanlarda kapı komşularımızı bile tanımıyoruz.
Artık “Ev alma komşu al” atasözünü duyanlar; “Evi alsaydık da başımızı sokacak bir yer olsaydı fena mı olurdu?” diyor.

Komşu komşunun külüne muhtaçtır oysa. Deterjanlar icat edilmeden önce kadınlar çamaşırlarını kül ile yıkarlarmış, bu atasözünün kökeni de sanırım buna dayanıyor.
Şimdi teknoloji ilerledikçe, çeşit çeşit deterjanlar bir market kadar, çok daireli apartmanlarda ise kapıcılar bir diafon kadar yakın. Komşuların kapısı çalınmaz, komşuda pişen de bize düşmez oldu.

Yemek kültürü bulunulan coğrafyayla da çok ilgili, insanlar çevrede yetişen bitki ve hayvanlarla, bulundukları yerdeki iklim koşullarına göre besleniyorlar. Sıcakta yaşayanların vücut ısılarını dengelemek için acı yemeleri ya da et alacak paraları olmadığı için protein zengini nohut ve sair baklagillere yönelmeleri gibi.

Yemek programlarını izlemek de hem keyifli hem de eğitici oluyor.
Örneğin muzun ya da balkabağının tatlı meyve olduğu önyargısı, bunların uzak diyarlarda yemeklere patates gibi sebze olarak konduğunu görünce bir anda yıkılıyor.

Yine bademin pilava karışması, yumurtaya ise -sütlaça koyduğumuz- tarçının konması ile yaratıcılığın sınırının olmadığını, tek sınırın kendi önyargılarımız olduğunu görüyoruz.

İstanbullular baklavayı fıstıklı değil, cevizli yermiş eskiden, baklavanın tazesi cevizlisiymiş zira. Cevizin eski adı koz.
Beykoz, Kozyatağı isimleri eskiden buralarda ceviz bahçeleri olduğunu hatırlatıyor. Cevizin bol olduğu yerde de başka türlüsü düşünülemez haliyle.

Gerçi şimdi yaşam değişti, Antep’in fıstıklı baklavası aynı gün uçakla İstanbul’a gelebiliyor.

Cevizlisi de fıstıklısı da güzel, her yiğidin yoğurt yiyişi farklı. Türkiye’nin şansı da bu farklılıkların lezzete dönüşmesi. Her yörenin yemekleri, tarifleri farklı ama hepsi çok güzel. Türk mutfağının dünyada önemli bir yer edinememesinin nedeni bence yaptığımız işin kıymetini bilmememizden ve pazarlayamamızdan kaynaklanıyor.

Örneğin saatlerce tek tek kalem gibi sarılan o canım yapraklara “sarma”, incecik yufkalarla hazırlanan, el emeği göz nuru yemeğe “börek” demiş, geçmişiz. Elin adamı gibi basit et kızartmasına “Le Chateau Briand” gibi fiyakalı isimler koyamamışız. Hâlbuki tatlı isimleri konusunda pek de maharetliyizdir, bakınız; dilberdudağı, hanımgöbeği, vezirparmağı…

Makarnadan başka yemek yapamayan, “sonradan gurme” bazı erkekler de mutfakta övünmek istediklerinde “Unutma, en iyi aşçılar erkektir” klişesine sığınırlar, oysaki bunun çok basit bir nedeni vardır; geçmişte kadınlar evlere hapsolmuş ve tüm hünerlerini sadece ev ahalisi ile akraba ve konu komşuya gösterebilmişlerdir.
Dolayısıyla da onların ünü ancak altın günlerinde duyulabilmiştir.

Kadın demişken, fakir kadınların şişman, zenginlerinse sıfır beden olmaları da ne yaman çelişkidir.

Kimisi çocuğum iyi beslensin kilo alsın derdinde kimisi de “aman çok yedim, kolestrolüm çıktı, şekerim yükseldi, gut oldum, diyet yapayım, kilo vereyim” derdinde.

Herkesin ortak derdi ise aynı; “Bugün ne yiyeceğiz?”

21 Ocak 2011 Cuma

ERKEK ADAM

Çocuk sokakta top oynarken düşer, dizleri parçalanır, ağlayarak eve gider. İlk gördüğü tepki; “erkek adam ağlamaz” olur. Hıçkırıkları düğümlenir boğazında, susar.

Sonra aslında henüz erkek bile olmadığını, bunun için önce sünnet olması gerektiğini söyler biri ona.

E şimdiye kadar niye ağlamadım ki ben diye hayıflanacak olur, ancak padişah ya da prens kostümlerini giydirerek onu çoktan hayaller âlemine sokmuştur birileri, eh koskoca sultanın, “ucundan azıcık” kesildi diye ağlaması da yakışık almayacaktır.

Sünnet düğününde kendisini eğlendirmek için gelen palyaçoya gülmek istediğinde yine biri uyarır; “Karı gibi gülme”
Gülme mi? Ee niye komiklik yapıyor bu palyaço o zaman?

Erkek adam ağlamaz, erkek adam gülmez. Peki, ne yapar bu erkek adam?

Erkek adam askere gider.
Bu sırada işinden, sevgilisinden olur.
Bir sürü erkekle aynı koğuşta yatıp evde burun kıvırdığı yemeklere talim etmek zorunda kalır.

Sevdiceğine ucu hasretle yakılmış mektuplar yazarken, “Gözden ırak olan gönülden de ırak olurmuş, ben evleniyorum” diyen cevabı okur.

Vatanı için bol bol patates soyup geri döndüğünde gururla gösterebilmek için havan topuyla fotoğraflar çektirir.

Sonra eski hayatına geri döner.
Bir kadından hoşlandığında ilk olarak erkeğin harekete geçmesi gerekir; reddedilme, rezil olma riski erkektedir. Çiçekler, böcükler almak zorunda olan gene erkektir.


Birlikte bir yere gidilecekse kızın hesabını da erkek öder.
Ayaz olduğunda çıkarır ceketini verip gömlekle kalır, ne de olsa erkek adam üşümez.

Erkek fiziksel olarak kadından üstün yaratılmıştır ve her zaman için çeşitli yöntemlerle bu üstünlüğün “tadını çıkartması” kadınlarca sağlanır.

Evdeki bütün yük taşıma, tamirat işlerini erkek yapar. Boyu uzun olduğu için tabi ki üst raflardan eşya alma ve ampul takma gibi işleri de o yapmalıdır.

Güçlü, kuvvetli adaleleri ile alışveriş torbalarını eve taşımalıdır. Kavanozun açılmayan kapağını açmak da erkeğin asli görevlerindendir.


Erkek her zaman centilmendir. Kapıları tutar, asansörün düğmesine basar, garsonla kadını muhatap etmez, bu zorlu görevi de kendisi üstlenir.
Kızı evinden alır, evine bırakır.

Bir erkek içinden geldiği gibi dans bile edemez, ağır abi olması gerekir.

Erkekler makyaj yapamaz, saç boyayamaz, takı takamaz. Kusurlarını gizleyemez. Göğüslerini olduğundan büyük göstermek için takviyeli sutyen takamaz, bunun için spor salonunda saatler harcamak zorundadır. Her sabah traş olması gerekir.

Bir erkek her zaman güçlü olmalıdır. Kendinden uzun ya da daha yaşlı veya daha zengin bir kadınla birlikte olamaz.

Avustralya’dan gelen bir erkek arkadaşımız erkekleri yanağından öpmezdi yanlış anlaşılma korkusuyla, oysaki kızlar elele bile dolaşabilir, kimse de farklı düşünmez. (Benzer bir olasılık kızlar için de söz konusu olmasına rağmen)
Çünkü kızlar duygusallık zırhını giyinmişlerdir. Toplum da bunu kabullenmiştir.

Erkek sünnet ile çocukluktan sultanlığa terfi etmiştir. Ne de olsa bekârlık sultanlıktır. Ancak bir gün beyaz atlı prens gönlünü bir prensese kaptırarak tahtını geride kalan bekârlara bırakır. O artık başka bir yönetim rejimine geçmiştir ve yeni unvanı da evin reisidir.

Evin reisi olmak da öyle kolay iş değildir. Önce bir ev edinmek gerekir. İçine mobilya ve beyaz eşya almak, dayayıp döşemek erkeğin işidir.

Sonra kız isteme merasiminde kayınpederin karşısında, hain gelin adayının yaptığı acı ve bol tuzlu kahveyi içerken renk vermemek de erkekliğin şanındandır.

Düğünü de atlattıktan sonra artık pijamanızı büyümekte olan göbeğinizin üzerine çekip kumandayı elinize alabilir ve futbol maçını izlemeye başlayabilirsiniz. Arada eşinizin futbol düşmanlığına katlanmanız gerekse de idare ediverin artık.

Erkek baba olduğunda da evin öcüsü haline gelme riskiyle karşı karşıyadır.
Gündüz evde yaramazlık yapan çocuğa annesi; “akşam baban gelince görürsün sen” diyerek çocuğun babasına olan saygısını arttırmayı hedeflemektedir.

Evin reisi elinde kumandasıyla “oturan boğa” unvanını almayı hak etmiştir.
Artık kız istemede içilen bol baharatlı kahvenin intikamı “Bu yemeğin niye tuzu yok?” denilerek her gece yeniden alınabilir.

Ateşi ilk defa keşfetmiş insan edasıyla yakılan mangal ile hava atılabilir.

Ancak dikkatli olmak gerekir her an eşten dosttan kılıbık damgası yenebilir. Erkek adam maço olur ama fazla maçoluk edilirse de boğalıktan öküzlüğe kolayca transfer olunabilir.

Erkek dediğin mangalda aşçı, evde kılıbık, sokakta maço olmalıdır.

20 Ocak 2011 Perşembe

FEMİNİST

“FEMİNİST”

Ayrım doğduğunuz gün pembe tulumunuzu giydiğiniz anda başlar. Mavi giyme hakkınız yeterince büyüyene kadar elinizden alınmıştır.

Erkek iseniz de pembe giymeniz yakışık almaz, elalem ne der sonra? Renklere anlam veren bizler değil miyiz? Hani insanlar eşitti? Daha renkleri bile istediğimiz gibi seçemiyoruz.

Oyun çağında bir kız çocuğu iseniz size asla bir oyuncak araba hediye edilmez, kızlar bebekleriyle evcilik oynar çünkü.

Sonra ergenlik döneminden itibaren hayatınızın üçte birini kaplayacak kızsal bir mazeretiniz olduğunu fark edersiniz. Buna kısaca regli denir. Yanlış telaffuzla buna renkli diyenler de mevcuttur. Eh, haksız da sayılmazlar zira bu gerçekten de her yönüyle “renkli” bir hadisedir.

Bu renkli dönem başlamadan önce Türk filmi seyrederken bile kendini tutamayan, ağlak bir insana dönüşürsünüz, çikolata ve tatlı yeme isteğiniz tavan yapar, yüzünüzde 30 yaşına da gelseniz durumunuzu ele veren bir sivilce mutlaka baş gösterir.

Kokuları her zaman olduğundan daha yoğun hissettiğiniz gibi, zekânız ve önsezileriniz de açıldığından bu dönemde örneğin eşinizin sizi aldattığını gözlerinden anlayabilirsiniz. Leb demeden leblebiyi anlayan bu haliniz nedeniyle oldukça da asabi davranışlar sergileyebilirsiniz.

Velhasılı bu durum suç işlemeniz halinde kesinlikle hafifletici neden olarak kullanılması gereken fiziksel bir olaydır.

Kadınlarla erkekler arasındaki en önemli farklardan biri de dış görünüşle ilgilidir. Kadınsanız şık olmak adına kış günü eteğinizin altına ince çorap giyerek uzun ve yorucu bir günde dahi çivi gibi topuklu ayakkabılarla arz-ı endam etmek zorunda kalabilirsiniz. Henüz hiçbir yerde elektrikli battaniye tipi bir eteğe rastlamış olmadığımdan, yurdum mucitlerini bu konuya el atmaları için uyarmayı da vazife bilirim.

Üstelik o eteği giymek de sanıldığı kadar kolay değildir, zira önce ağda, jilet veya benzeri bir yöntemle “çim biçme” operasyonu yapmanız gerekir.

Aynı tüyler, hatta daha sık ve kalın halleriyle, adeta bir orman şeklinde erkeklerde de mevcut olmalarına karşın örneğin bir kızın bıyıklı olması asla kabul edilemez.

“Bir elinde cımbız bir elinde ayna, umurunda mı dünya?” diyen şaire cevabımız; “Umurumuzda olmasaydı sizin gibi dolaşırdık” olurdu herhalde.

Erkekler bizim alışverişe olan düşkünlüğümüze de anlam veremezler. Çünkü eşiniz ya da babanız her düğüne aynı takım elbiseyle gidebilir ama siz 2 kere aynı abiyeyi giyseniz, burun kıvrılır. Dedikodular başlar.

Eşiniz evden sadece cüzdanını ve telefonunu alıp çıkabilir ama kadınlar çanta taşımak zorundadır.

Ah o çantada neler yoktur ki!
Bir kere kadın dediğin makyaj yapar. Çantasında mutlaka, ayna, fırça, toka, ruj, göz kalemi, allık, bunları gerektiğinde temizlemek için pamuk, selpak, ped, parfüm, törpü, su, kalem, not defteri vs pek çok şey bulunur.

Hatta genel olarak yanınızdaki erkek; “Şu cüzdanımı çantana koyar mısın, anahtarımı da al” şeklinde kendi üzerindeki ağırlıkları da size taşıtır. Lazım olduğunda “Bir selpak versene” der. Sonra bir de üstüne “Ya siz bu çantaları niye taşıyorsunuz, bak biz elimizi kolumuzu sallayarak dolaşıyoruz” diye söylenir.


Kadınsanız bazı yörelerde kiminle evleneceğinize ya da ne zaman evleneceğinize dahi karar veremezsiniz. Erkekler böyle basit konularla kendinizi yormanıza müsaade etmezler, centilmendirler.

Erkek yaparsa elinin, kadın yaparsa alnının kiridir zaten bazı şeyler.

Çocuk sahibi olmaya karar verdiyseniz 9 ay boyunca kusma, şişmanlama gibi çeşitli işkencelere katlanmak zorundasınızdır. Eşiniz ise büyük özveri ile belki bir gece aşerdiğiniz için çıkıp size yarım kilo erik almak zorunda kalıp yıllarca anlatır durur.

Eh çocuğun içerde temelli kalması da mümkün olmadığından bir şekilde sancı çekip doğurmak da gerekir.

Siz gece tatlı uykunuzdan uyanıp, ağlayan bebeğinizi emzirirken eşiniz; “Kalk çocuk ağlıyor” diyerek görevini tamamladıktan sonra rüyasına kaldığı yerden devam etmeye başlamıştır çoktan.


Sabah yarı uykulu işinize gitseniz bile eve döndüğünüzde yemek yapmalısınız çünkü bu da kadın işidir. Erkekler genellikle bu konuda iyi niyetli olsalar dahi yemek yapmayı “bilmedikleri” için size yardımcı olamazlar.

Bir kısmının da 2 yumurta kırdığı halde mutfağı savaş alanına çevirebilme yetenekleri olduğundan zaten siz yardım etmemelerini tercih edersiniz.

Erkek dilindeki en ağır küfürlerden biri ise tahminlerin aksine “feminist”tir. Yukarıdaki gibi cümleler kurmaya başladığınızda cevap yerine şu soru gelir hemen; “Sen başımıza feminist mi olacaksın?”

18 Ocak 2011 Salı

LAHANA TURŞUSU

LAHANA TURŞUSU

Eski Türk filmlerinde bazı klişeler vardır. Sevgililer ufak bir tartışma yaşar, gurur meselesi yapar, bakarsınız ertesi gün yıldırım nikâhıyla başkasıyla evlenivermiş.

Hangi arada buldun yeni kocayı (ya da karıyı) da evlendin bir günde? O nasıl bir aşktır ki delice sevdiğini söylerken başkasının kollarına atlatır seni birkaç saat içinde?

Tezatlıklar sadece eski filmlerde yok tabi, yeni dizilerden birinde ilk sahnede aşiret reisinin annesi, namazında niyazında yaşlı kadın portresi çizerken, ikinci sahnede uyuşturucu kaçakçılığı yapmayı reddeden oğluna hayat dersi verip azarlamakta. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu be teyzem?

Eh bu dizileri izleyen insanların da tutarsız olması gayet normal. Örneğin evlilik programında bir kıza talip olarak gelen erkek, neden onu seçtiği konusuna “başı örtülü, mutaassıp olduğu için seçtim” demekte. Ancak daha sonra bu mutaassıp kızın imam nikâhı adı altında nikâhsız bir birlikteliği 3 gün önce sona erdiğinden koca aramaya televizyona geldiği ortaya çıkmakta ve bu son derece normal karşılanmaktadır.

Türkiye’de televizyon ciddiye alınır. Dizide ölen kahramanın arkasından gazeteye ölüm ilanı verilir, cenaze namazı kılınır. Belki tüm bunları espri olarak kabul edebilirdim ta ki izlediğim dizideki bir bölüm, birkaç hafta sonra aynen başıma gelinceye kadar.

Dizide bir kumarhaneler kralının oğlu, evlerinden kargo şirketi elemanı gibi giyinen kişilerce çanta içinde kaçırılmakta ve fidye istenmekteydi.

Gerçekte ise müvekkilimin fabrikasında çalışan elemanlardan biri bir arkadaşıyla birlikte eski patronunun bebeğini aynı çanta yöntemiyle kaçırıp, hafta sonu müvekkilimin fabrikasında saklamıştı.

Sözkonusu elemanın çeşitli kereler arabayla beni evime kadar bıraktığını düşündükçe insanın tüyleri haliyle kirpileşiveriyor. Elemanın polisteki ifadesinde diziyi izledikten sonra bu yöntemle eve girmeye karar verdiklerini itiraf ettiğini de söylemek gerek.


Peki, aynı diziyi ben de seyretmiş olmama rağmen benim aklıma neden gördüklerimi tekrarlamak gelmemekte de yukarıdaki örneklerdeki insanların aklına gelmektedir?

Haberlerde kendini köprüden atmak isteyenlerin görüntülerinin gösterilmemesine karar verildikten sonra intiharların azalması; “15 dakikalığına da olsa ünlü olamayacaksam neden öleyim ki?” düşüncesinden mi kaynaklanmaktadır?

Ekranda izlediğimiz görüntüler o kadar etkileyicidir ki, filmin karakteri dolaptan bir kutu cola alınca, bizde de içme isteği uyanır ve bu yüzden bu tip gizli reklamlar yasaklanmaktadır.

Peki, ekranlardaki sigara ve alkolün üzeri özendirici olmasın diye sansürlenirken, hemen her dizide mevcut olan silahlar yavaş yavaş değil de bir anda öldürebildikleri için mi buzlanmaktan kurtulmaktadırlar?

Bence yasaklanacaksa gezelim görelim, yiyelim içelim konulu belgeseller acilen yasaklanmalıdır. Zira ekranlarda beni en çok etkileyen görüntüler bu programlarda yer almaktadır.

Allah’ın bazı şanslı kullarının tropik bir adada, deniz kıyısında, karides yerken üstüne bir de para kazanıyor olmaları hiç adil değil. Beni mesleğimden soğutan, gezmeye özendiren bu görüntüler acilen yasaklanmalıdır!

9 Ocak 2011 Pazar

YA ÇIKARSA?

YA ÇIKARSA?

Bugün Bağdat Caddesi’nde yürürken üzerimizden geçen bir kuş büyük abdestini önümüze yapıverdi.

Belli ki zavallının yediği bir şey midesine dokunmuş, motoru bozmuştu.

Bunun üzerine karşımıza çıkan piyangocudan bilet almaya karar veren arkadaşım, bana da bir bilet hediye etti.

İkimiz de her işte bir hayır olduğuna inanan tipler olduğumuzdan bugünkü buluşmamızda da bir hayır bulunduğuna, kuşun hacet gidermek için özellikle bizi seçtiğine ve piyangonun bana hediye ettiği bilete çıkacağına inanıverdik bir anda.

Ne de olsa aslında biz sadece bir bilet değil, umut ve hayaller satın almıştık az önce. Hayallerin de sınırı, duru durağı olmaz malum.

Para çıkarsa önce birer ev, otomobil, tekne ve ofis almaya karar verdik.

Evleri Boğaz manzaralı mı alalım Cadde’de mi alalım tartışmasından sonra 2’şer tane almaya karar verdik. Sonra tekneleri adalara bağlamaya karar verince, birer tane de adalardan almak zorunda kaldık.


Gerçi sonradan düşününce o kadar parayla çalışmamıza gerek olmadığı için, ofis almaktan önce vazgeçtik. Sonra adresimiz belli olsun, canımız isteyince çalışırız diye, almışken ofisleri de alalım dedik. Nasılsa para çok!

Caddede önünden geçtiğimiz galeriden otomobillerimizi de seçiverdik.

“Gerçi ben önce bir süreliğine dünyayı dolaşmaya çıkarım, benden haber alamazsan üzülmeyesin, gittiğim yerlerden birer e-kart atarım sana” dedim, bana az önce bileti hediye eden arkadaşıma.

Tabi söz konusu para çok olunca, aldı mı arkadaşımı bir telaş.
“Gitmeden bir protokol yapar, paraları nasıl harcayacağımızı kararlaştırırız tabi di mi?” dedi.

“Tabi” dedim, “istersen ben şimdi sana bilete verdiğin 3lirayı peşinen vereyim sonradan aramızda sorun olmasın!”

Ya işte böyle, para insanları bozuyor derlerdi de inanmazdım. Bu devirde arkadaşına bile güvenemiyor insan.

Neyse ben şimdilik yazıma son vermek zorundayım, internette tekne modellerine bakacağım.

Ne de olsa hayal kurmak için yalnızca 1 haftam kaldı.

Çıkmazsa da gider o kuşu bulur, tüylerini tek tek yolar, katrana bularım artık.

Ama ya çıkarsa?