31 Aralık 2010 Cuma

İKİBİNON-BİR

İKİBİNON-BİR

2010’un son günü yeni yıl dileklerimi yazmak geldi içimden.
Yeni yılda hiçbir şeyi ertelemeyeceğim. Bazı şeyleri daha başlamadan, en başından en sonunu kukumav kuşu gibi düşünüp, denemeden, yaşamadan rafa kaldırmayacağım. Cesur olacağım.

Ünlü filozofumuzun! dediği gibi; “Sonunu düşünen kahraman olamaz” diyeceğim.

“Herkes öldürebilir sevdiğini Dayı” diyeceğim, geçmişi maziye gömerken. Ne diyorum ben? Bu kadar çok dizi de seyretmeyeceğim!

Arkadaşlarıma daha çok vakit ayıracağım.

Kendimden başka hiç kimseden hiçbir şey beklemeyeceğim.

Dilin 9 boğum olduğunu unutmayıp bazen susacağım.

Bazen de o dilin bana konuşmak için verildiğini hatırlayıp sesimi daha çok çıkaracağım.

Haliyle kafam bu yüzden karışacak; o zaman en kötü kararın bile kararsızlıktan iyi olduğunu hatırlayıp, kestirip atacağım kangren olan yaramı.

Kimsenin mükemmel olmadığını hatırlayıp affedeceğim bazılarını; önce kendimden başlayacağım.

Deniz kenarında daha çok yürüyeceğim. Bir bebeğin kahkaha atmasını, bir köpeğin kuyruk sallamasını sağlayacağım her seferinde.

Gece 00.00 ile 00.01 arasında geçen 1 dakikanın hem hiçbir şeyi değiştirmediğini bileceğim hem de her şeyi değiştirebileceğine inanacağım. Umudumu hiç yitirmeyeceğim.

Gökkuşağını görmek için önce yağmurda ıslanmam gerektiğini hiç unutmayacağım. Yağmuru da seveceğim.

Her sabah yataktan kalktığımda ve Boğaz Köprüsü’nden her geçişimde yine şükredeceğim.

Beni mutsuz eden şeyleri hayatımdan çıkaracağım ki mutlu edenlere yer açılsın.


Her son yeni bir başlangıçtır. İkibinon-bir hepimiz için bereketli, sağlıklı, şanslı, huzurlu, aşk dolu, keyifli, eğlenceli, bol seyahatli, afiyetli, lezzetli, neşeli, çok denizli, umutlu, hayallerin gerçek olduğu bir başlangıç olsun.

Uzaklar yakın olsun. Sevenler kavuşsun, özlemini çekenler bebeklerini kucaklasın, borçlar ödensin, hastalar şifa bulsun, 5 lira fazla olsun kırmızı olsun, piyango bana çıksın, rüyalar gerçek olsun.

Yeni yılınız kutlu olsun.

19 Aralık 2010 Pazar

NASILSIN?

NASILSIN?
Cevabını beklemeden sorduğumuz sorular vardır hayatta. Nasılsın? deriz karşılaşınca ama cevabını beklemeyiz.
Klişedir, alışkanlıkla sorulur. Karşıdaki de bunu bildiğinden iki eli kanda olsa; “İyiyim” der.

Eğer anlatmaya çekiniyor ama yine de “İyiyim” diyemeyecek kadar kötüyse; “İyi diyelim, iyi olalım” der bir gülümsemeyle.
“İyi diyelim” aslında “iyi değilim” demektir.

Gözlerine bakarsanız hüznü görürsünüz. Ama aceleniz vardır. Gözlerine bakmayı es geçersiniz bilerek, ne de olsa aslında siz de iyi değilsinizdir o kadar. Öyle ki bir ah çekseniz karşıki dağlar yıkılacaktır. “Allah iyilik versin” der, geçersiniz.

Kimi insanlar da vardır, gelir size derdini anlatır, tüm yükünü boşaltır sizin omuzlarınıza, rahatlar ve gider. Size “Nasılsın?” demeden.
Çünkü bilir ki kimse dertsiz değildir şu dünyada. Hazır yükünü boşlatmışken, yenisini neden alsın omzuna? Hem de başkasının yüküyken sözkonusu olan. Adaam sen de!

Kimisi ise zalimdir. Sizin iyi olmanızı istemez. Siz anlatmak istemeseniz de deşer de deşer. Kendisi iyi olmadığı için, kimse iyi olmasın ister. Kendinden daha kötü hisseden birini bulunca sevinir içten içe.

Kimisi ise gözlerinize bakar, hüznü görür siz daha söylemeden, sisi dağıtmak için uğraşır. Bir yerlerden bulur buluşturur, gökkuşağını getirir. Gökyüzünü boyar maviye.

Peki, siz bugün nasılsınız?

7 Kasım 2010 Pazar

EVSAHİPÇE

Ev sahiplerinin kullandığı bir yabancı dil var, çeşitli şiveleri olsa da genel olarak “Evsahipçe” diyebiliriz bu dile.

Evsahipçe dilini bilmeyenler için, hiçbir fedakârlıktan kaçınmayıp pratik bir sözlük hazırladım, ev ararken aman ha yanınızdan ayırmayın.

Evimiz doğa manzaralıdır; ev dağ başında, arada kurtlar iniyor, kar yağarsa işe gidemezsiniz, bedava tatil fena mı?

Şehir manzaralıdır; bak bak karşıdaki apartmana bak, bir şey gördüğümüz yok, trafik gürültüsünden korunmak için geceleri kulağınıza pamuk tıkamayı unutmayınız.

Evimiz müstakildir ; e gecekondudan bozduk, tapusu da yok zaten, yarın öbür gün zabıta yıkmaya gelirse idare ediverin durumu.

Kutu gibi pek şirin ; ev çok küçük, metrajını yazmaya bile utandık.
Taşınmadan önce eşya detoksu yapın, fazlalıkları atın, işte fengshui falan öğrenin onu da biz mi düşüneceğiz?

Ev bahçe katı ama ilanda rutubet yok yazıyorsa; mutlaka daha önce olmuş ancak siz gelmeden az önce boya ile kapatılmış demektir. Üzülmeyin, kışın yağmurda mantar yetiştiriciliğine falan başlarsınız, ek gelir olur.

Evimiz huzurlu, sakin bir muhittedir; kuş uçmaz kervan geçmez; taksi, dolmuş ara ki bulasın, ne gürültüsü olacak ki?

90m2 ve geniştir; bu metrekareler her dilde aynı diye biliyorum ama Evsahipçe’de biraz daha geniş oluyor herhalde 90m2

Sıcak aile apartmanıdır; 1.katta biz,2. Katta kayınçolar, 3. Katta halamgiller en üstte de kaynanam oturuyor. Hele ki bir misafiriniz gelsin, sesiniz fazla çıksın, süpürgeyi vuru vuru veririz tavana. Kaloriferi de nenemgil üşürse yaz günü bile yakarız, boşuna sıcak demedik di mi?

Ultra lüks; 30 senelik apartmana bir jakuzi koyduk, salonda şömine, balkonda da barbekü var ama ikisi de süs, sakın yakmaya falan kalkmayın, üst kattan tütüyor.

Sahile 15 dakika; tabi biz de 15 dakikada gitmek isterdik ama ancak maraton koşucuları o sürede gidebiliyor, bizimki anca yarım saat, bilemedin 45 dakika sürüyor, yaşlılık işte.

Sıfırlanmış daire; Eh, 40 senelik daire eskidi haliyle, biz de duvarları boyattık, mutfağa 2 dolap yaptırdık o yani, yoksa fazla açıp kapatmayın pencerenin kolu elinizde kalır, vantilatör neyinize yetmiyor canım.

Boğaz ve köprü manzaralı; Şimdi tek gözünüzü kapatın, şöyle parmağımın olduğu yöne doğru dikkatlice bakın; bir mavilik gördünüz mü o iki apartmanın arasından? Hah işte orası deniz!


Evimizi beğendiyseniz şartları konuşalım; 1 kira peşin, 2 aylık depozit, maaş bordronuz, çıktığınız evden alacağınız iyi hal kâğıdınız, 1 senenin sonunda %50 zam yapmazsanız çıkacağınıza dair taahhüt, 2 kefil, bir de ananızın nikahını getirirseniz ev sizindir. Güle güle oturun.

1 Eylül 2010 Çarşamba

KEYFİMİN KÂHYASI





3 yaşındaki çocukla lego oynarken çocuk olmayı da, 80 yaşındaki ihtiyar delikanlının benimle çapkınca flört etmesini de eğlenceli buluyorum.

Yatağının üzerinde minicik bir örümcek gördüğünde korkan kadının 8.kat penceresinin pervazında korkusuz bir dağcı edasıyla cam silmesini izlemeyi seviyorum.

Oruçluyken bikinimle havuzda serinlemeye bayılıyorum. Sizinkini bilemem ama ne havuz suyu ne de deniz suyu orucumu bozar benim.
Alkolsüz geçen Ramazan’dan sonra bayramda kahvenin yanında nane likörü ikram edilmesini de seviyorum, lokumla çok yakıştırıyorum birbirlerine.

Şıkır şıkır elbiselerle senfoni orkestrasını huşu içinde dinlemek kadar, İstiklal’de bir rock barda bağıra çağıra şarkı söyleyip dans etmeyi de seviyorum.

Saros’un sessiz kimsesizliğinde çadırımdan yıldızları ve ateş böceklerini izlerken de, Bodrum’un 5 yıldızlı otellerinde olduğu kadar kendimi evimde hissedebiliyorum.

Okuduğum kadar yazmayı, dinlediğim kadar anlatmayı, hediye aldığım kadar vermeyi, sevdiğim kadar sevilmeyi seviyorum.

Gülmeyi de, kahkahalardan gözümden akan yaşları da seviyorum.

Sahaftan okunmuş kitapları almayı da yepyeni ambalajları yırtmayı sevdiğim kadar seviyorum.

Mesai saatinde ipek eldivendeki demir yumruk olup, akşam evde annemin kızı olup şımarıyorum.
Günübirlik Sinop’a, Antalya’ya tek başıma gidip, konser dönüşü birinin beni evime bırakmasını bekliyorum.

Işıkla karanlığın tezadını, siyah ceketin kenarındaki beyaz biyeleri çok şık buluyorum.
Salı pazarında da, lüks bir alışveriş merkezinde de saatler harcayabilirim.
Hayatın bana sunduğu tüm bu tezatlıklardan keyif alıyorum.

Anladım ki ben sadece dengesizlikleri, huzursuzlukları, belirsizlikleri sevmiyorum.
Yüzüme gülüp arkamdan konuşanları sevmediğim kadar, telefon etmesi umulan sevgili aramadığında hissedilen gelgitleri, acabaları yaşamayı da kararsızlık anlarını da sevmiyorum.

Ben yaşamayı seviyorum.
Birilerinin bana kurallar dayatmasına izin vermeden, aklıma estiği gibi o anki ruh halim neyi istiyorsa onu yapıyorum. Kimse kâhyalık için başvurmaya zahmet etmesin, keyfime kâhya tutmaya niyetim yok, kendi işimi kendim hallederim ben ama köprü trafiğinde arabayı şoför kullanabilir her işi de kendim yapmak zorunda değilim di mi?

25 Ağustos 2010 Çarşamba

GÜLÜMSEME BULAŞICIDIR

GÜLÜMSEME BULAŞICIDIR

Komedyenler genelde kısa boylu ve çirkindir. Belki de çirkin oldukları için güldürmeyi seçmişlerdir. Ne de olsa kadınlar kendilerini güldüren erkekleri severler, ancak komik kadınlar o kadar popüler değillerdir.

“Karı gibi gülmesene” denilerek büyütülen erkeklere gülmenin yakıştırılamadığı gibi, kadınların alaycı olması da hoş görülmez pek.

Güzel bir kadına ya da yakışıklı bir erkeğe gülmek zordur. Komedi filmlerinde en fazla aptal sarışın rolüne layık görülür kadın. Hem zeki, hem güzel bir kadının aynı zamanda komik olmasına asla izin verilmez.

Oysa mizah zekânın zekâtıdır.

Yunuslar sevimlidir çünkü yüzleri hep gülümser gibidir. Oysa sevimli bir yunus hain köpekbalığını burnuyla vura vura öldürebilir. Yunusa karşı savunmasız olan köpekbalığı ise fotojenik bir gülümsemeye sahip olmadığı için ancak korku filmlerinde başrol oynayabilir.

Dizilerde gülmemizi sağlamak için kahkaha efektleri kullanılır. Çünkü bilinir ki gülümseme bulaşıcıdır.
1962’de Tanganika’da bir okulda bir kız öğrenci gülmeye başlar. Kısa sürede bu gülme krizi tüm okula yayılır. Bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan bu kriz nedeniyle okul 3 hafta tatil edilir.
Elektrikler kesikti çalışamadık bahanesi yerine hocam biz gülme krizine girdik diyebilirsiniz. Hocanız bunu yemese de en azından gülecektir.

İnsanlar ayna gibidir; siz nasıl hareket ederseniz, aynadaki yansımanız da aynen karşılık verir size.


Gülmenin bazı kuralları vardır, öyle dudaklarınızın yukarı doğru kıvrılması yetmez.

Mesela kendi kendinize gülemezsiniz, deli derler. Oysa âşıksanız kendi kendinize gülümseyebilirsiniz, hoş aşk da geçici bir delilik halidir ya.

Peki, kendi kendimizi gıdıklayınca niçin gülmeyiz? Kadınlar kendilerini gıdıklayan erkekleri de mi severler?


Bazense gülümsemeye zorlar hayat bizi.

Fotoğraf çekilirken gülümsenir. Bu durumda durduk yere gülmek, hatta makineye bakıp “cheese” demek bile serbesttir. Kimse size deli diyemez.

Çok gülmekse hoş karşılanmaz, hemen “çok güldük çok ağlayacağız” diyen ve mutluluğunuzu kursağınıza dizen bir işgüzar çıkar.


Bazen de birini sinir etmek için gülebilirsiniz. O çok öfkeliyken, sizin gülüyor olmanıza katlanamaz.

İnternette yazışırken de gülümsediğimizi göstermek için “iki nokta üst üste kapa parantez” diye yazmamız gerekir. “Ben patronumu çok seviyorum” cümlesinin sonundaki minik bir gülücük ikonu, sizi durduk yere patron yalakası olmaktan kurtarabilir.


İnsan fetüsünün bile gülümsediği tespit edilmiştir. Yani gülmek doğuştan gelir.
Ancak sonradan sosyal ve kültürel öğrenimlerle şekillenir.
Gülmenin ses seviyesi de kültürel seviyeyi gösterir.

Eğitimli insanlar sesli kahkahalar atmazlar. Bir insanın sonradan görme olup olmadığını anlamak için onu güldürmeyi deneyebilirsiniz. Normal konuşmasında kendini kontrol edebilen sonradan görmeler öfkelendiklerinde, ağladıklarında ve tabi ki kahkaha attıklarında gerçek kimliklerini ele verirler.

Yetişkinler de çocuklar kadar çok gülemez. Sosyal çevre baskısına yenik düşeriz.
Düşene herkes güler ama sadece bıyık altından, oysa çocuklar anında basar kahkahayı.

Japonlarda gülümseme bir keyif anlatımı değil, kendi dertleri ile başkalarını da üzmemek için küçük yaşlardan başlayarak öğrenilen bir terbiye kuralıdır.


Gülmenin sakinleştirici bir etkisi de vardır. Diyelim anneniz ya da sevgiliniz size bir nedenden küstü. Karşısına geçip biraz şirinlik, biraz şebeklik yapmanıza dayanabilir mi? Öfkesi geçer gülmeye başlar siz de sorununuzu çözümlemek için konuşma fırsatı yakalar, belki de özür dileyebilirsiniz.

Bazen gülmekten yaşlar gelir gözlerinizden.
Gamze de aslında derinin alt tarafta bulunan dokulara yapışması nedeniyle oluşan genetik bir bozukluktur.
Gülümsemekse yüzde kırışıklıklara yol açar.
Tüm bunlara rağmen sizi olduğunuzdan güzel gösterir.

Gülümsemeye en çok ihtiyaç duyan kişi başkasına verecek bir gülüşü olmayandır; yorgun veya hastalara, özellikle de asık suratlılara gülümseyin.

Gülümsemek her kapıyı açar, tüm buzları eritir, karnınızı doyurur; ne demişler bir kahkaha bir kilo pirzola. Hem de et gibi pahallı değil, sudan ucuz. Size tüm maliyeti biraz kaslarınızı çalıştırmaktan ibaret.

Somurtuk bir yüzde 43, sahte bir gülümseme için 2 kas hareketi kullanılırken, gerçek gülümseme için 17 yüz kasımızın gerilmesi gerekir.
Demem o ki zoraki gülümserseniz anlarım; gözlerinizin içiyle gülümseyin. Gülümsemenizi bulaştırın.

20 Ağustos 2010 Cuma

AŞK



AŞK
Aşk sanki sana sorar mı ki “geleyim mi?” diye de “ben artık âşık olmam” dersin sen şaşkın!

Hani yaramaz çocuk babasından tokadı yiyince “acımadı ki” der ya, tam da öyle hiç canın yanmamış gibi, hiç acımamış gibi âşık olmak gerek.

Aşk bir kontrolsüzlük halidir. Birkaç kadeh alkol aldıktan sonra yaşadığınız o çakırkeyif hal ile benzerlikler taşır. Dizlerinizin bağı çözülür. Yerli yersiz, gülümsersiniz sebepli sebepsiz, aslında sebep açıktır, caddenin ortasında tek başınıza yürürken aklınıza “O” düşmüştür.

Sabah uyandığınızda ilk, akşam yatarken son düşündüğünüz oysa siz âşıksınız.

Gelecek ile ilgili planlarınıza “O”nu dahil etmek , bir şarkı dinlerken “O”nu düşünmektir aşk.

Başına bir şey gelmesin diye gözünüzden sakınmak, “O”na kıyamamaktır.

İncitmemek, el üstünde tutmaktır. Evine bırakmak, “O”nun sevdiği elbiseyi giymek, saçınızı “O”nun beğendiği gibi taramaktır.
Kendinizi gecenin bir yarısı elinizde balonlarla kapısında bulmaktır.

“O”nun için atkı örmektir aşk ve hatta ördüğü atkı eciş bücüş olsa da dünyanın en güzel atkısıymış gibi ona sarınıp sarmalanmaktır belki de.

Aşk sarhoşken kapının kilidini bulamamak gibi bazen nerede durduğunuzu bilememek, mesajınıza 2 dakika cevap alamadığınızda endişelenmektir.
Bazen de tüm dünyaya hâkim olabileceğiniz hissini veren bir güç ve bu çelişkili duyguları aynı günde yaşayabilmektir.

Çakırkeyifken, her şey güzelken birkaç kadeh daha içeyim derseniz, gecenizin ve hatta ertesi gününüzün rezil olması gibi, aşk ve nefret de kardeştir.

Birbirine tamamen zıt kavramlar gibi görünmelerine karşın çok yakın ilişki içindedir.

Kimse önemsemediği birinden gelen herhangi bir darbe nedeniyle yıkılmaz. Ama en yakınınızdakinin ufacık bir yanlışı, sizi derin bir eleme sürükleyebilir veya tersine o kişiye karşı derin bir nefret duygusu hissetmenize sebep olabilir.

Âşık olduğunuz, onun için her şeyi yapabilirim dediğiniz kişi ile boşanırken kanlı bıçaklı olmanız bundandır.

En büyük aşklar nefretten doğar klişesini de herkes bilir. Bu da genelde aşkınızı itiraf edemeyip de gizlemek ihtiyacı duyduğunuzda “O” na karşı hak etmediği davranışlar sergileme şeklinde gelişebilir.
Küçük çocukların hoşlandıkları kızın saçını çekerek sevgilerini belli etmeleri gibi de kendini gösterebilir.

Karşı koysanız da, gizleseniz de aşk su gibi akacağı yolu bulur, kendinizi yormayın.



“Ey aşk hiçbir şeyi beklemedim, sana geç kaldığım kadar.”



Fon için şarkı önerisi: Rosey-LOVE http://fizy.com/#s/1lrxlh

18 Ağustos 2010 Çarşamba

AKREP



AKREP
Zamanla başımızdan geçen kötü anıları unutur, sadece iyi anıları hatırlarız. Bu psikolojik bir savunma mekanizmasıdır aslında. Sürekli kötü anıları hatırlayarak yaşamak mümkün değildir zira.
Eski sevgiliye duyulan özlem de bundan kaynaklanır genellikle. Çünkü zaman geçtikçe doğum gününüzü unuttuğunu değil de, durduk yere size aldığı o minik kolyeyi hatırlarsınız.
Ayrılırken söylediği, midenize yumruk gibi inen sözleri değil de yolculuk dönüşü size özlemle sarıldığı, kavuşma anınızı hatırlarsınız.

Hal böyle olunca da yeni bir sevgiliniz olmadığı, yalnız kaldığınız anlarda eski sevgiliye duyulan özlemin şiddeti artar.

Zamanın ilaç olduğunu sanırsınız, sonra bir gün bir şey olur, boğazınızda düğümlenir yelkovan, akrebin zehrini hissedersiniz saatin durduğu o an. Ilık ılık akar iliklerinize doğru saniyeler. Kana karışan zehri gözyaşlarınızla akıtırsınız, belki içinize belki dışa.

Böyle anlar için bir acil durum sistemi oluşturulmalı ve eski aşka dönüş isteği bastırılmalıdır. Örneğin sıkı dostlar tembihlenmeli ve böyle bir hataya düşmeme konusunda bizi uyarmaları sağlanmalıdır.
Bir günlük tutmak da çok faydalı olabilir. Etkili olması için ilişki sırasında günlüğe sadece kötü anılarınızı yazmanız önerilir. İyileri nasılsa hatırlarsınız.

Eskiye rağbet olsaydı bitpazarına nur yağardı diyerek çok özlü bir şekilde çözmüştür atalarımız bu durumu.

2.el arabayı da ucuz diye alırız ama sonradan başımıza çıkaracağı tamir masrafları birkaç ayda pişman olmamıza yeter de artar bile.

Daha önce girip de çıkmaz sokak olduğunu fark ettiğiniz sokağa tekrar girmeyeceğinize göre bir yere varmayan ilişkiye de tekrar dönmeye gerek yoktur. Belediyede tanıdığım var sokağı kamulaştırır yolu açarız diyorsanız da saygı duyarım o ayrı.
Ne de olsa ikili ilişkilerde bekâra karı boşamak kolaydır. Nedenleri bilmeden uzaktan ahkâm kesip genellemeler yapmak her zaman bizi doğruya götürmez, ne de olsa beşer şaşar.

Bazen doğru insanı yanlış zamanda veya yanlış yerde tanımış olabiliriz şartlar değiştiğinde 2. Bir şansı hak edenler olabilir. Ama dikkat; şartlar değişir insanlar değişmez.

Siz zamanla değişebilirsiniz ama karşınızdakini zamanla değiştirebileceğinizi düşünmeyin, sonra değişmek zorunda kalan siz olursunuz.

Akrebin etrafına ateş yakıp sonunu görmeyi de beklemeyin bırakın akrep yelkovanı kovalasın. ZAMANI DURDURAMAZKEN,SAATİ DURDURMANIN ANLAMI YOKTUR.

12 Ağustos 2010 Perşembe

ASILMAK




ASILMAK
Birisi bizden hoşlandığını aşırı bir şekilde belli ettiğinde “asılıyor” deriz.

Asılmanın asıl nedeni karşı cinse karşı ne kadar ileri gidebileceğinizi sınamaktır. Bineceğiniz salıncağın ipini şöyle birkaç kez sıkıca aşağı çekip sizi tartıp tartmayacağını yoklamanıza benzer.
Karşıdan karşıya geçerken ezilmesin diye kızın beline sarılmak gibi ufak temaslarla size olan ilgi düzeyini ölçmeye çalışırsınız.

Asıldığınız kadın da sizden hoşlanıyorsa bu asıldığınız anlamına gelmez. Farkı bunu kadının rızası hilafına yapmaktır. Yani tıpatıp aynı hareketleri yapmanıza karşılık birinden tokat, diğerinden şefkat görebilirsiniz; görecelidir.

Asılma çocuklukta başlar, çarşıda pazarda dikkati kalabalıktan kendi üzerine çekmek isteyen çocuk, annesinin eteğine asılıverir. Boyu ancak annesinin beline ulaşan miniğin başka şansı da yoktur pek. Anne kızar; “asılmasana” der.

Sonra aynı anne, aynı çocuğa okulda derslerine “asılması” gerektiğini söyler.
Kafası karışan çocuk kadınların karmaşık yaratıklar olduğuna inanmaya başlar. Oysa derse asılmakla eteğe asılmamak arasındaki ince farkı çözse, bazen “hayır” diyen bir kadının aslında “evet” demek istediğini de kolayca çözebilir.


Tramvayların arkasında da “Asılmak tehlikeli ve yasaktır” yazar mesela. Burada “tutunmak yasak” denilmek istenmektedir.
Bir insana tutunmak, hayatınızı onun ani fren yapmamasını umarak şekillendirmek de tehlikeli değil midir zaten


Bir de küreklere asılmak vardır; siz siz olun öyle hemen asılmayın, aheste çekin kürekleri mehtap uyanmasın.

Batan gemiden kurtulmak için bindiğiniz sandalın küreklerine asılır gibi asılmamak gerekir karşı cinse. Çünkü can havliyle, o kürekten başka kurtuluş şansınız yokmuş gibi davranmak, kıyıya hiç ulaşamamanıza neden olabilir.

Yapmanız gereken sandala ters oturmak, ileri gitmek için suyu ters tarafa iteceğinizi bilmek, aslında o yöne gitmeyecekmişsiniz gibi davranmaktır.

Aşk içinse bir çift kürek gerekir, yoksa tek kürekle asıldıkça kendi etrafınızda döner durursunuz.

Asılmak “halatın boğazınıza geçmesi” gibi yüzüğün parmağınıza geçmesiyle de sonuçlanabilir, dikkatli olmak gerekir.

10 Ağustos 2010 Salı

TEMMUZ



TEMMUZ
İmparator Julius Caesar takvim olayına el koymuş, dahası kendi adına bir ay yapmış; yani “yapmış” diyorum çünkü epey uğraşmış üzerinde. Hem zamanını sabitlemiş hem de kendi ayı diğerlerinden kısa olmasın diye gariban şubattan gün çalmış.

Bunu gören Augustus durur mu o da bir sonraki ayı sahiplenmiş ama bakmış kendi ayı Sezar’ınkinden kısa, zaten kısa olan gariban Februarius'dan bir gün daha alınsa ne değişir ki demiş şubat ayı hemen 28 güne indirilmiş, ağustos da 31 güne çıkarılarak, Julius Sezar ile eşitlik sağlanmış.

Türkçede ise Sezar’ın hakkı Sezar’a verilmemiş, yeraltı tanrısının adı olan Dammuz ismi bu ay için tercih edilmiştir.


Ay takvimi ise tuhaf, yerinde durmuyor bir türlü her sene 10 gün koşuyor, tutabilene aşk olsun. Bu sene de 11 ayın sultanı Ramazan ağustosa denk geldi. Mesela bundan 2 sene sonra ağustos ayı Ramazan’a denk gelmeyecek, benim yazı anlamsız kalacak.

Yani adı Sultan ama tahtı dalgalı kurda, benim diyip başını sokabileceği bir tapusu yok ki Ramazan’ın. Kocası ölmüş nineler gibi ay ay dolaşıyor, çocuklarının evlerine misafir oluyor.
Oysa gariban şubatın tapusunu verseydik Ramazan’a hem serin serin geçerdi, hem 16 saat sürmezdi, hem de 28 günde bitiverirdi oruç. Böylece hem oruç tutanlar memnun olurdu, hem de kullarının mutluluğu ile sevinen Sultan.

Neyse …

Bir maniniz yoksa akşam iftara bekleriz, mani demişken;


Ben de yazayım bir mani
Davulcu değilsem ne olmuş yani
Ne de güzel olurdu
İftarda olsa bir yahni

6 Ağustos 2010 Cuma

TEMBELLİK GÜZELDİR



TEMBELLİK GÜZELDİR

Herhangi bir iş yapan, başarılı, çalışkan insanları sevmeyiz biz, okulda ders çalışana “inek” deriz önce. Bu inek benzetmesi üzerinde de düşündüm ama nedenini tam çözemedim.
Zira inekler yavru yapınca süt veren sonra da etleri için kesilen hayvanlardır. Bütün gün çayırda otlayıp geviş getirmekten başka da bir işleri yoktur. Dolayısıyla çalışkan öğrenciye değil de çalışmayan, yan gelip yatan öğrencilere inek denmesi daha makul olacaktır kanaatindeyim.

Bir iş sahibi olduğunuzu düşünelim. Para kazanmasanız bile her ay “kazanMAdım” diye beyanda bulunmanız ve tutmak zorunda olduğunuz muhasebeciye olMAyan işinizin kaydını tuttu diye para ödemeniz gerekir. Kimse size iş kurdunuz, istihdam yarattınız diye madalya takmaz. Oysa evde otursanız işim yok diyip, devletten maaş bile alabilirsiniz.

Ev hanımı iseniz bütün gün yaptığınız temizliğin üstüne yorgun argın hazırladığınız akşam yemeğine sırf tuzu eksik koydunuz diye azar işitebilirsiniz.
Hâlbuki yoruldum deyip pizzacıyı aramış olsaydınız herkes mutlu olacaktı, ne de büyük hata yaptınız.

Sonra insanları yaptığınız işlere de alıştırmayacaksınız. Diyelim bir arkadaşınıza her yıl doğum günlerinde özene bezene değişik hediyeler alıyorsunuz ama o sene kazara unuttunuz. Seyreyleyin dedikoduları, burnunuz havaya kalkmıştır, zaten çok da değişmiştiniz son zamanlarda… Oysa 5 yıl hiçbir şey almayıp 1 kere alsanız sizden kıymetlisi olmaz.

Evin genç kızı olarak her akşam taze elden pişmiş taze kahve yapıyorsanız tek bir gece yapmadığınızda dahi tepki alabilirsiniz. Ama hiçbir ev işi yapmamasıyla ünlü evin oğlu yılda bir kez yapacağı bir filtre kahve ile tüm takdiri üzerine toplayabilir.

Bir manken oyuncu olur, film setlerinde sabahlar, kızcağız çalışıp ekmek parası kazanıyor denmez de mankenden de oyuncu mu olurmuş derler. Bir şarkı yazarsınız o söylemesin evinde otursun derler.

Bir atkı örersiniz rengini beğenmezler, bir kitap yazarsınız çok uzun olmuş derler, bir düğün yaparsınız tavuk yerine dana eti olsaydı derler. Yani derler de derler. Beğenmemeyi üstünlük zannederler. Meşhur zebani fıkrasında olduğu gibi siz kazandan kurtulmaya çalıştıkça kazanın dibinden biri paçanızdan aşağı çekiverir.

Çünkü kazandan dışarıda var olan hayat diptekiler için korkutucudur ve madem onlar dışarı çıkamıyordur o halde kimse de çıkmamalıdır.

İyisi mi siz dayayın sırtınızı rahat bir koltuğa ayaklarınızı da bir pufa uzatın ve içeriye seslenin “Nerde kaldı bu kahve?”

27 Temmuz 2010 Salı




ÇOCUKUS NE YAPSA YERİKUS

Zeytin toplayanlar sırıkla ağacın dallarına vururlar meyveleri yere düşürmek için. Bu nedenle de zeytin ağaçları 1 yıl bol ürün verirken, filizleri zedelenince ertesi yıl az ürün verirler.

Meyve veren ağaç taşlanır deyimi de belli ki bu zeytin çırpma yönteminden kaynaklanır.
Meyvelerini toplayabilmek için insanoğlu değneğiyle acımasızca filizlerine vurur zavallı zeytinin.

O heybetli bir zeytin de olsa candır, canı yanınca da küser size, konuşmaz bir süre.
Ama küslüğü fazla uzun sürmez, ne de olsa o, belki de 400 yaşında bir dededir ve torunlarının çocukça davranışlarını er geç affeder.

Onları yine meyveleriyle sevindirir.

İşin ilginç tarafı diğer meyvelerin aksine zeytin, ilk toplandığında canı yandığından olsa gerek, acı bir meyvedir.

Zehir gibi tadı nedeniyle taze zeytini öyle dalından kopartıp yemek mümkün değildir.
Zeytini tuza bastırır, biraz da sabır gösterirseniz acılığı gider. Acıyla tuzun birleşip de lezzetli bir hale gelmesi az tezat değildir.

Belki de bu yüzden yaraya tuz bastığımızı zannedip, sevdiğimiz şeylere kötü davranırız.
Kürkçü sevdiği kürkü yerden yere vurur gibi atasözleri insanın sevdiği şeylere daha da iyi olsunlar düşüncesiyle zarar verebilme kapasitesini anlatmaz mı?
Burada dikkat edilmesi gerekense ölçülü olmak zorunluluğudur.
Ne de olsa ayı yavrusunu severken öldürürmüş.

Sevdiklerimize zarar vererek dikkatini çekme alışkanlığı çocukluktan gelir.
Çocukus ne yapsa yerikus cinsi canlı türünün erkekleri, ilkokul sıralarında önlerinde oturan kızın saçını çekerken, ortaokulda bu sutyenin askısını çekmeye dönüşür.
Sonraki dönemde çocukluktan çıkıp liseye geçen ergenuslar, kızların ilgisinin bu şekilde çekilmesinin kendilerini sonuca götürmediğini anlarlar.
Yetişkin insanus döneminde ise güzel söz söylemenin önemi artmaktadır. Tatlı dil yılanı deliğinden çıkartır, marifet iltifata tabidir örneklerinde olduğu gibi iletişim kurmanın en kolay yolunun karşınızdaki insana bir çift güzel söz söylemekten geçtiği gözlemlenir.
Yanında da içten bir tebessüm oldu mu gülümsemenizin bulaşması engellenemez.

23 Temmuz 2010 Cuma

AŞK GÜNEŞLİ HAVALARI SEVER




AŞK GÜNEŞLİ HAVALARI SEVER
Bir insanı sevmek cesaret ister.
Aşk bağlanmaktan, düzenini bozmaktan, evlenmekten korkmamak demektir.
Bir insana gerçekten âşıksanız; işinizi, kurulu düzeninizi bırakıp onun peşinden şehir değiştirmeye bile cesaret edersiniz.
Hatta bu, magazin dergileri için bir “aşk testi” konusu bile olabilir;
“Şu an birlikte olduğunuz sevgiliniz iş için 2 yıl Dubai’ye gitmek zorunda kalsa, yüksek maaşlı işinizi bırakıp onunla gider misiniz?”
Cevabınız “hayır”sa aslında zaten doğru insanla birlikte değilsiniz, vakit kaybetmeden yeni denizlere yelken açın.

Sevmek sorumluluk almak demektir.
“Ben özgürlüğüme düşkünüm” diyerek bir ilişki sürdürülemez. Köpek beslediğinizde bu hafta ayrı takılalım, sen şu yandaki parktaki kuçularla takıl ben de arkadaşlarımla tatile gideyim diyebilir misiniz?

Tasmasını çıkartıp özgürce koşmasına izin verdiğinizde bile gözünüz üzerindedir, daha büyük bir köpek saldırmasın, aman zarar görmesin diye.

Sevdiğiniz zaman Don Quichotte misali hayali düşmanlara karşı savaş verirsiniz.
Alışveriş merkezinin döner kapısına karşı sevgilinizi korumalı, akşamüzeri sahilde esen hain rüzgâra karşı onu sarıp sarmalamalısınız.
Cola kutusunun kapağına karşı vereceği savaşta da cesur bir şövalye gibi onu desteklemeli tırnaklarının yara almasına müsaade etmemelisiniz.

En büyük düşmanınızsa sevgilinizin yüzündeki bir kara buluttur ve acilen dağıtılması gerekir. Mızrağınızla bulutları delik deşik edip yok etmezseniz, yağmurun yağması da kaçınılmazdır.
Aşksa güneşli havaları sever. Güneşli havalarda sevgililerin yüzünde güller açar.
Mevsim bahar olunca papatyalardan fallara bakılır, her daim prenses olan sevgili için taçlar yapılır.
Sevgiliye prensesmiş gibi davranmaktan da korkmamak gerekir, çünkü ancak cesur davrananlar prenseslerin de sadece kendileri gibi asil prenslerle birlikte olacağını bilirler.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Rüzgar




GERÇEKLİK GÖRECELİDİR

Herkesin gerçeği farklıdır. Sizin için mutluluk minik bebeğinizin ilk adımıyken felçli bir hastanın mutluluğu akülü sandalyesi ile gezebildiği ilk an olabilir.

Çocuğu ailesi şekillendirir. Sevgi dolu bir ailede büyüyen çocuk herkesi kendi ailesi gibi zanneder. Bunun sadece kendi gerçeği olduğunu, sokaktaki tinerci çocuğun ise bambaşka bir gerçeği olduğunu fark ettiğinde artık büyümüştür.

Çinliler köpek yedikleri için onları anlamakta güçlük çekiyoruz. İğrenç! Köpek de yenir mi diyoruz. Peki ya biz de nüfusu 1milyarın üzerinde olan bir ülkede, fakir bir ailenin çocuğu olarak doğsaydık, aynı şekilde mi düşünürdük yine?

Bir Afrika kabilesinde doğsaydık, boynumuzu uzatan halkalar, kulaklarımızı sarkıtan küpeler takmayacak mıydık; kendimizi kabilenin şefine beğendirmek için?

İçine doğduğumuz ortam ve şartlar bizi şekillendirir. Çoğu zaman bunları neden yaptığımızı bile düşünmeden toplumun geneli öyle yapıyor diye yapar, sorgulamayız.

İnanmak istedikleriniz sizin gerçekleriniz olur.
Secret tarzı kitaplarda anlatılan da bu değil midir?

“Hayal edin ve hayalinizin gerçek olduğuna inanın, yeterince inanır ve uğraşırsanız mutlaka gerçekleşir.”


İnsan gerçeklerini kendi yaratır.

Kafanızda “ben köpeklerden korkarım” düşüncesi varsa, köpekler sizin için dünyanın en korkunç yaratıkları olabilirler. Oysa bu tamamen sizin yarattığınız kişisel efsanenizdir ve bunu değiştirmek için beyninize sadece “ben köpeklerden korkmuyorum” talimatı vermeniz yeterlidir.

Kişisel gerçeklik de zamana ve şartlara göre değişebilir.

8 yaşındayken bisiklete binebilmek özgürlükken 30 yaşında bir yelkenli alır özgürlük imajınızdaki yerini. Değişmeyen belki de sadece yüzünüzü okşayan rüzgârdır.

13 Temmuz 2010 Salı

Putlara dokunmamak gerek




Bağdat Caddesi’nde akşam olmuş, Çingeneler çiçeklerini sokakta bırakmış gitmiş, ne örtü ne bir koruma var ama çalan yok. Sabah geldiklerinde bıraktıkları gibi bulacaklarına kuşku da yok.
Oysa sabah aynı çiçekleri satın almaya kalktığınızda sizinle kıran kırana pazarlık yaparlar.
-Abla valla ben de 8TL’ya aldım 9’a satıyorum.
-5’e verirsen alayım
-eh peki senin güzel hatırın için 5 olsun.

Ya çiçekçinin bulunduğu kaldırımın hemen arkasındaki dükkânların elektrikli kepenklerine, güvenlik kameralarına rağmen soyulmalarına ne demeli?
Sakınan göze çöp batar sözü doğrudur belki de.

Konser oldu mu günler öncesinden bilet alıp koştura koştura gideriz de sokakta saksafon çalan adamı durup 2 dakika dinlemeyiz.

Bir asma kilit midir, yoksa bir bilet parçası mıdır vereceğimiz değeri belirleyen?

Elimizle kolayca dokunabildiklerimiz, emek harcamadan kazandıklarımız yeterince kıymetli olmaz.

İlişkilerde de böyle değil midir?

Biri sizden kaçtıkça siz kovalamak, elde etmek için çabalarsınız. Hâlbuki kaçmasa muhtemelen 2 gün sonra sıkılacağınız sıradan biri, ulaşılmaz oldukça gözünüzde büyür.


Platonik aşklar tehlikelidir.
Madame Bovary’nin dediği gibi “Putlara dokunmamak gerekir, çünkü dokundukça yaldızları elimizde kalıverir.”

2 Temmuz 2010 Cuma

YONCA EVCİMİK İLE BİR GÜN





YONCA EVCİMİK İLE BİR GÜN

Yonca Evcimik ile birlikte bir gün geçirdik ve az sonra okuyacağınız keyifli röportaj ortaya çıktı.

Tevazusu ve sıra dışılığı daha ilk anda beni almaya geldiği arabasından bile anlaşılıyor.
Minik arabasını şoförü kullanıyor, kendisi alışıldığı gibi sağ arkada değil şoförün yanında oturuyor.

Vakit kaybetmemek için arabada başladım sorularımı sormaya, önce sevimli köpeği Çipo’yu veterinere götürdük ardından da Tweetine Bandım’ın vokallerini yeniden kaydetmek üzere Ozan Doğulu’nun stüdyosuna gittik.

Tweedine Bandım, benim için de çok özel bir şarkı, zira ilk defa bir şarkıya söz yazdım ve o şarkıyı Yonca Evcimik single olarak yayınlamaya karar verdi.

Müziği Emre Gürcan’a ait şarkı, tiridine bandım türküsünün samplelarını taşıyor ve çok yakında Doğan Müzik Company etiketiyle raflardaki yerini alacak.

Tamamen eğlenmek için yaptığımız bir işin bu kadar ciddiye alınarak dinleyicilerle buluşması gerçekten harika.

Yonca’nın titiz ve çalışkan kişiliğinin de etkisi büyük. Öyle ki daha önce yapılanlar içine sinmediği için röportajın yapıldığı gün yapılan kayıt, bu şarkının 3. kaydı.

Vokal kayıtlarında Yonca’yı yalnız bırakmayan yakın arkadaşı Yeliz Eker ile Emre Gürcan da zaman zaman söyleşimize katılarak renklendirdiler, umarım siz de okurken bizim kadar eğlenirsiniz.


ŞARKILAR BANA GÖRE YAPILDI

M.G: Şarkı seçmede çok başarılısın yıllar sonra hala ezbere söylediğimiz pek çok şarkın var. Seçerken neye dikkat ediyorsun?

Y.E: Bu benim tek başıma yaptığım bir iş değil. %80 benim sözüm geçiyor ama son zamanlarda, belki sadece benim sözüm geçmeseydi daha doğru kararlar veren çıkardı.

İlk başlara dönersek, şarkı seçmekten öte aslında şarkılar bana göre yapıldı.
O güne kadar Türkiye’de tabi ki dans eden insanlar vardı sahnede ama benim hedefim dansçılarla birlikte koreografik şov sergilemekti. İlk albümüm Abone’de zaten albümün üzerinde “dansçı” yazar.
Sonra Kendine Gel, Bandıra Bandıra da dâhil olmak üzere başlangıç noktası ve hala da devamlı olarak yapmak istediğim, sadece şarkı söylemek ya da sadece dans etmek değil. Benim sevdiğim iş hepsini bir arada, sahne üzerinde yapmak. Dolayısıyla o dönemde şov yapacağım dediğim zaman ona göre alt yapılar hazırlandı.

Sevgili Garo Mafyan tarafından dans edilebilecek ritimlerde, ona göre BPMleri olan şarkılar yapıldı.
Abone’ye söz yazan Aysel Gürel, Allah rahmet eylesin, aslında o dönem farkında olmadan bir adım attı, dillere pelesenk olacak, daha akılda kalıcı sözler ve melodiler üzerine yoğunlaştı.

İlk albüm böyle başladı. Hep bana yakışacak, benim dans edebileceğim, tarzıma uygun olabilecek, sesimin range’ine uygun olabilecek şarkılarla yola çıktık.
3-4 albüm de öyle gitti zaten. Ama sizin beğeniniz arttıkça, sizin dünyaya bakışınız değiştikçe, dünyayı dinleyip kendi ülkenizde de bunları yapmaya çalıştıkça yavaş yavaş eski dinleyicileri de kaybediyorsunuz.
Tabi ki benim dediğim doğru demek değil ama ben içinde bulunduğum sektörü daha ileri taşımak kendimi ve yaptığım işi yenilemek arzusunda olan bir insan olduğum için daha dünyaya yakın parçalar seçmeye başladıktan sonra diğer insanlardan ayrılmaya başladım.
Bu doğru mu değil mi tartışmak lazım, ben doğru olduğunu düşünüyorum. Yenilik adına geriye dönüp baktığınız zaman Türkiye’de müzik anlamında birçok şeyin ilkini ben yapmışım, cesaret gerektiren bir şey ama insanların alışması zaman aldığı için hayranlarımdan da kaybetmişim.
Ben hala yaptığım işin arkasında duruyorum ama Türkiye’de müzik öyle bir noktaya geldi ki genel bir beğeni oluştu ve o beğeninin, o tarzın dışında bir şey yaptığınız zaman ön plana çıkmanız biraz zor. Dolayısıyla bundan sonra şarkıları tek başıma değil herkesle birlikte seçme taraftarıyım.

MG: “Tarkan dünya starı değil” demişsin, sence dünya starı neden çıkmıyor Türkiye’den?
Y.E: Politikayla da ilgili bir şey bu tabi ama aslında karşısında ilgisiz kalınamayacak bir şarkı olursa her şey değişebilir.
Dünyaya baktığımız zaman çok sağlam müzisyenler dışında, dünya starlarının hiçbiri artık sadece şarkı söylemiyor. Dans ediyorlar, sahne şovları var. Dolayısıyla bizdeki arkadaşlarda bunların eksikliği olduğunu düşünüyorum. Kendisini o anlamda yetiştirmiş olsaydı, yurt dışı ile ilgili daha doğru bir açılım olsaydı, olmayacak bir şey değildi bence ama şu anda olduğunu düşünmüyorum.

M.G: Türkiye’deki starların içinde istese dünya starı olabilecek kimse var mı?
Y.E.: İstese olacak diye bir şey yok, şans meselesi. Sonra nasıl Türkiye’de beşeri ilişkiler varsa, dünyada da böyle, doğru şarkının, doğru insanla, doğru zamanda birleşmesi diye düşünüyorum.
Yapımcının desteklemesi, her şeyin uyum sağlaması gerekiyor. 90 senesinde Abone nasıl bir çığır açtı; örneğin bir tarafı eksik olsaydı o şarkının, mesela sözü başka olsaydı, ben dans etmiyor olsaydım, öyle giyinmiyor olsaydım, olmazdı. Bunlar bence birbirini tamamlayan unsurlar.
Eğer dünya ile ilgili bir sound olursa, bütün öğeler bir araya gelirse o zaman olacaktır.

M.G: Çocuklarla çok yakın ilişkidesin, peki çocuk sahibi olmayı veya evlat edinmeyi düşünüyor musun?
Y.E.: Hiç böyle bir şeyin planını, programını yapmadım ben. Bir sürü arkadaşım var çocuğu olsun diye deli divane olan ama ben böyle aşırı bir istek hissetmedim hiç.
Olabilir de, yarın yapmaya da karar verebilirim. Olmadı evlat edinebilirim ama şu an bende bu duygu yok. Bu duyguyu hissetmeniz lazım kolay şey değil bunlar. Olacaksa olacaktır.

M.G: Sahnede hep ilginç ve seksi kostümler kullandın, tayt üstüne iç çamaşırı, büstiyerler, mini etek ve dekolteler ama buna rağmen en büyük hayran kitlen de çocuklardan oluşuyor. Bunu neye bağlıyorsun?
Y.E:Çocukların beğenisini kazanmak dünyanın en zor işi aslında. Görüyorum balonlarla falan çocukları tavlamaya çalışanlar var, öyle olmuyor o işler. Çünkü çocukların en önyargısız bakan insanlar olduklarını düşünüyorum. Onlar ya seviyorlar ya sevmiyorlar. Sizin hareketlerinizden, bakışınızdan, konuşmanızdan; siz sahici misiniz, değil misiniz çok iyi algılıyorlar. Yaptığım şovu, o enerjiyi benimle paylaştıklarını düşünüyorum.
O yüzden beni seviyorlar herhalde.
Bu sadece ünlü olmakla da ilgili değil, birkaç kere başıma geldi.
Bir kez Amerika’ya gittiğim seyahatimde uçakta 3-4 yaşlarında zenci bir bebek bana çakılıp kaldı, benden ayırıp koparamadılar çocuğu. Bir şey var bende ya da benim sağımda solumda bizim görmediğimiz, çocukların dikkatini çeken bir şey var, onu çözsek yırttık zaten. (Gülüşmeler)

M.G: Hayvanları çok sevdiğini biliyoruz, kaç hayvan besliyorsun? Evdekiler dışında sokaktaki hayvanlar için de bir şeyler yapıyor musun?
Y.E:Geçmişten bugüne köpek, su kaplumbağası, kedi, çok sayıda hayvanlarım oldu ama şu anda 10 köpek ve bir kedimiz var.
Onlar benim bakabildiklerim.7 tanesi Bodrum’da.
Dışarıda bakmaya çalıştıklarımız da var tabi. Ama kendi başınıza bir şey yapmanız çok zor.
Sokaktaki hayvanlara da yardımcı olabilmek daha radikal bir hareket gerektiriyor. Tabi ki her çağırana gitmemeye çalışıyorum artık sonu yok ama bu tür kuruluşlar dernekler, federasyonlar için ses getirici bir şeyler yapmaya, her fırsatta onlardan bahsetmeye, insanları bu anlamda biraz daha düşünmeye, daha duyarlı olmaya sevk etmek için elimden geleni yapıyorum.
Eğer becerebilirsem bu single’dan gelecek gelirin bir bölümünü de sokak hayvanları için harcayarak tekrar ilgiyi oraya çekmek istiyorum.

TWEETİNE BANDIM

MG: Tweetine bandım şarkısı nasıl doğdu? Ben de bilmiyormuşum gibi soruyorum ama senin ağzından dinlemek de ilginç olacak.
Y.E:Emre (Gürcan) ve seninle birlikte sosyal alem partisi için Uludağ’a gitmiştik, bu arada twitterı duymuştum ama twitterla hiç ilgim yoktu. Twitter’a takılanlarla nasıl dalga geçiyorum, kafasını kaldıramayan insanlar, aman ne kötü falan diye.
Oradaki bir muhabbet esnasında o organizasyonda djlik yapan mühendis arkadaşımız Emre ve kızkardeşi avukat Merve ile facebook şarkısı var, twitter’ın niye yok diye geyiği oldu. Acaba böyle bir şey yapsak siz de söyler misiniz diye bir şey teklif edildi bana.
Gece yarısı telesiyejde Emre’nin bestelerinden bahsederken çıktı bir şeyler işte.
O tür durumlarda böyle şeyler konuşulur, ondan sonra ses çıkmaz, he he dedim ben de. Uludağ ‘dan İstanbul’a dönerken bütün bir yol boyunca Emre’nin bestelerini dinledim, siz zaten tweet atıp duruyordunuz. (gülüşmeler)

4-5 gün gibi kısa bir süre sonra bir şey bulduk diye haber verdiğinizi hatırlıyorum.
Gidip dinlediğim zaman da inanılmaz zekice bir buluş olduğunu düşündüm bunun.
Tiridine bandım türküsünün tweetine bandım olarak değiştirilmesi, sözlerinin de hakikaten çok zekice bir buluş olduğunu düşünüyorum.
Hakikaten tweet zekâsının ince beynin gülü olduğuna inanıyorum Merve senin bu sözlerinden sonra. 3-4 tane kelimeyi yan yana getirip, bir şeyler anlatmaya çalışıyorsun bu çok kolay bir şey değil.
Aslında biz ilk önce kendi aramızda eğlenmek amacıyla yaptık bunu internetten yayınlarız falan diye düşünüyorduk. Fakat Elif (Dağdeviren) vesilesiyle Samsun Demir bunu duyduktan sonra bir single haline getirilmesine karar verildi.
Dolayısıyla bu şarkı doğdu, bu günlere geldik. Fakat aylar geçti hala bir basiretsizlik var, her işte bir hayır vardır diye düşünüyorum ben her zaman, geç olsun güç olmasın.

MG: Twitter şarkısı yaptın, teknoloji ile aran nasıl? Yeni çıkan bilgisayar ya da cep telefonlarını hemen alır mısın? Hiç yurt dışından getirttin mi? Teknik detaylarını bilir misin?
Y.E.: Aslında teknolojiyle çok geç ilişki kurdum. Bir yerde takip etmek zorundasınız olayı.
6-7 ay önce sevgili Özgür Aras zorla bir blackberry hediye ederek teknolojiyi yakalamamı sağladı. Bana kalsa ben hala, sadece açıp kapayabildiğim ve mesaj atabildiğim telefonu kullanırdım.
Ama 3 gün içinde falan da çözdüm olayı, demek ki ne olursa olsun bir kulak birikimi olmuş.
Eskisine göre daha ilgiliyim. Çağa uymak zorundayız.
Web sitem, Fan Club’ım var. Facebookla daha çok onlar ilgileniyor, ben daha çok twitterdayım.
Ama 3 dakikada bir girip ne oluyor diye de bakmıyorum. Yoksa başka bir şey yapamıyorum, bağımlılık haline geliyor. Evde masaüstü bilgisayar kullanıyorum, laptop’ım yok.


MG: Bir de işkadını yönün var; dergi çıkartmak, çocuklar için çanta tasarlamak, dans okulu açmak, diğer sanatçılara süpervizörlük yapmak gibi.
Hepsine nasıl yetişiyorsun?
Y.E.:Niye bunlara yetişmeye çalışıyormuşum, ben bu kadar başıma dertler almışım, onu da bilmiyorum.
Pişman değilim tabi ki yaptıklarımdan ama kendime o mesaiyi harcasaymışım tabi ki daha iyi olurmuş, maddiyatı da tabi.
Netice itibariyle seviyorum yeni bir şeyler yapmayı, yetenekli insanlara yön vermeyi. Eğer birileri iyi işler yapıyorlarsa arkalarında durmak, onların duyulmalarını, bilinmelerini sağlamak istiyorum.
Aslında bu şarkı da öyle bir şey, Emre ve sen çok zekice bir buluş yaptınız.
İki şarkıyı birbirine çok güzel match ettiniz, onun arkasında Emre’nin cd kapağını hazırlamaktaki ustalığı, çabukluğu, fikirleri..
Hakikaten sizin gibi yetenekli insanların, daha çok şeyler yapmak üzere, vakit kaybetmeden duyurulmaları arzusu ile ben de destek oluyorum.


MG: Ekşi sözlükte hakkında yazılanlardan hoşlanmadığın için senin sitene oradan girmek isteyenler, “hoşlanmadığımız bir site üzerinden giriş yapmaya çalışıyorsunuz, ip numaranız kaydedildi” gibi bir uyarı alıyorlarmış. Bunun nedeni nedir?
Bu eleştirilere yorumun ne, sonuçta yıllardır başarılı işler yapıyorsun ama bu tip yorumlar yapılıyor.
Y.E.:Ben eleştiriye çok açık bir insanım herkesten önce acımasızca ben kendimi eleştiririm. Fakat her şeyin bir üslubu var.
Saygı çerçevesinde bilinçli olarak yapılan her türlü eleştiri kabulüm. Üslup çirkinliği beni çok rahatsız eden bir şey.
İşi gücü sabahtan akşama kadar bilgisayar başında ona buna salça olup, saldırgan ve çirkin sözler yazmak olan insanları ölçü olarak alamam kendime. Bunun çoğu da o dönem ekşi sözlükten geliyordu. Dolayısıyla böyle bir tepki göstermek istedim. Şimdi ne durumda bilmiyorum çünkü hiç takip etmiyorum.

MG: Seni magazin programlarında hemen hemen hiç görmüyoruz. Özel bir çaba mı sarf ediyorsun? Nasıl başarıyorsun?
Y.E.: Mümkün olduğu kadar çaba sarf ediyorum.
Zaten magazin programlarının nerelerden beslendiği çok açık, o yerlere gitmemeye, fazla gözükmemeye, özel hayatımı paylaşmamaya özen gösteriyorum, dikkat ediyorum.

MADONNA BENİ TAKLİT EDİYOR

MG: Abone albümünü ilk çıkarttığın dönemde senin için Türkiye’nin Madonnası deniliyordu, bu benzetmeyi nasıl değerlendiriyorsun?
Y.E.:Öyle benzetmekte haklılar ama beni çocukluğumdan itibaren tanısalardı asıl Madonna’nın beni taklit ettiğini öğreneceklerdi. (gülüşmeler)
Tabi Madonna beni taklit ediyor demiyorum ama ciddi benzeşiyoruz. Çocukluğumuz da benzeşiyor.
Çok küçük yaşlarda çok şahsıma münhasır bir halim varmış. Hiçbir kıyafet düzgün değil, ya kesiyorum ya bir şeyleri yapıştırıyorum, herkesten daha aykırıyım.
Her zaman saç stilim falan farklı bir çocukmuşum.
Yaratıcıydım, küçük yaşta daha ilkokul öncesi skeçler yazıyordum, oynatıyordum, çamurdan heykeller, dans grupları…
İnsanlar bunu bilmedikleri için benden 3-5 sene önce piyasaya çıkan Madonna’nın taklitçisi durumuna düştüm. :)
Benzemeyeni de bir şekilde benzetmeye çalışıyorlar. Ciddi bir aşağılık kompleksi var bizim millette daha doğrusu gazetecilerde.
Bizim sanatçımız bir şey yaratamaz düşüncesi var.
Çıtır Kızlar‘ı, Birkaç İyi Adam’ı çıkardım, o zaman daha Spice Girls yoktu. Birkaç sene sonra Spice Girls çıkınca bir köşe yazarı “şimdi anladık Yonca’nın nereden çaldığını” diye yazmıştı. Ona göre ben müneccimdim yani; Spice Girls diye bir grup çıkacak, ben de yapayım mı dedim acaba, daha çıkmadan! (gülüşmeler)

M.G: Yonca Evcimik ya da Yoncimik bir marka mı, tescil edildi mi, parfüm vs ürünlerde görecek miyiz?
Y.E.: Her ikisi de marka ama Yoncimik tescilli, tanınırlığı da var 17 sene boyunca aynı marka ile reklam ve iş yaptım, tanınır oldu. Tanınırlık ünvanı almazsanız siz marka olamıyorsunuz.
Yoncimik 1990’dan beri kullandığım limited şirketimin de adı, üzerinden bir sürü iş yaptığım için de tanınırlık ünvanı da aldım ve bundan sonra Yoncimik adı altında her şey olacaktır. Lisanslı ürünler yavaş yavaş olacaktır. Ekonomi nedeniyle biraz ağır gidiyor.

HEPİNİZİ GÖMECEĞİM :)

MG: Yıllardır seni izliyoruz ama sen hiç yaş almıyor gibisin, nasıl başarıyorsun hep formda kalmayı?
Y.E.: Bu Allah’ın bir lütfu bana, biraz genlerle ilgili, ailemde hepimiz ufak tefeğiz ve hiç yaşımızı göstermiyoruz.
Sonrasında tabi benim dansçı olmamdan kaynaklanan bir durum var, vücudumun ¾’ü adale kıvamında.
Bazen spor yapıyorum bazen dans ettiğim oluyor. 1 hafta 10 gün ciddi bir çalışma yapsam hemen kıvama geliyorum ama bu vücudu formda tutmakla ilgili, genç gözükmenin bununla ilgisi yok. O aileden kaynaklanıyor.
Bir de acayip kendimle barışık bir insanım hiç aynaya bakmam. Belki dişimi fırçalarken gözüm takılırsa falan bakıyorum yani, o kadar ilgisizim. Sahneye ya da televizyona çıkacaksam makyaj yapılırken bakarım.
Bakıp da görmeyebilirim de bu arada.
Çok kendimle barışık olduğum için, bir de ileriye dönük çok hayallerim var, hayalleri gerçekleştirmek için zamana ihtiyacım var. Belki de zamanı durdurdum mu ne yaptım.
Biyolojik yaşımı birkaç sene önce ölçtürmüştüm ciddi düşük çıktı.
Ne kadar takmamaya çalışıyorum desem de hayatı, tabi ki herkes kadar takıyorum. Çok hassas olduğum zamanlar da vardır. Olan her şeyi geride bırakmaya çalışıyorum.

MG:40 sene sonra Tina Turner gibi olmak ister misin?
Y.E:Bunun sözü verilemez ama o zaman o konumda olacaksam kesin yaparım, jartiyer de giyerim. Ama ben daha gencim. Gömeceğim hepinizi zaten, dermişim. (Gülüşmeler)

MG: “Yonca made in Turkey” yazılı dövmen var, bu yurtdışına açılma hedefini mi gösteriyor?
Y.E:Vay be nerden girdin konuya. (Gülüşmeler)
Bir arkadaşımızın kızının belinde vardı aslında, etiket gibi yaptırmıştı o. Çok hoşuma gitmişti. Bir de ben ülkemi çok seviyorum. Türk olmakla gurur duyuyorum. Dövmedeki Yonca yazısı da logo gibi zaten.
Yurt dışı konusunda Allah söyletmiş olsun, hiç belli olmaz. Her an her şey olabilir.
Emre’nin veya bir başkasının bestesi ile olabilir.
Kimin yoktur ki böyle hayali, sanatçı olup da böyle bir hayali olmayan biri varsa evinde otursun zaten.
İnsan daha küçüğünü hedeflemiyor ki, herkes duysun ve bilsin istiyorsun.
Demin sorduğun soru vardı ya dünya starı olmak anlamında, olacaksa öyle olmalı yoksa olmamalı.

MG: Çok küçük yaşlardan itibaren çalışmaya başladın bu seni yordu mu?
Yeliz: Çok yordu, uykum var.(Gülüşmeler)
Y.E: Çok küçük, hakikaten 14 yaşında mıydım neydim. Bankanın çocuk tiyatrosu ile başladım.
MG: Mecburiyetten mi?
Y.E: Yoo ben bayılıyordum zaten sahneye çıkmaya. Ne mecburiyeti!
Zaten 1979’da da 7 Kocalı Hürmüz ile Şan tiyatrosuna başladım. Öyle gitti. Bir yandan okuyordum, bir yandan çalışıyordum.
Çok istediğim bir şeydi, çok severek yaptım. İnsan sevdiği işi yaparsa yorulmuyor. Çok istediğim şeyi yaptığım için yorulmadım.
Yeliz: Daha acıklı bir cevap verseydin. (Gülüşmeler)

M.G: İnsanlar isimleri ile yaşar derler;
Evcimik kelimesinin sözlük anlamı tutumlu demek, tutumlu musun? Yonca gibi şanslı mısın?
Y.E: Oo evcimik tutumlu mu demekmiş? Allah Allah ben evcimen sanıyordum. Tutumluyum ama ben gerçekten. Yerine göre harcarım. Neye göre, kime göre tutumlu tabi. Başak burcuyum zaten, o da tutumludur.
Yonca şans getirdi mi, bilmem. Belki de bugüne kadar düşündüğüm ve hayal ettiğim her şeyin istediğim gibi gitmesinin sebebi bu olabilir. İnsan bazen şansını kendi yaratır.

MG: Birikimlerini nasıl değerlendiriyorsun?
Y.E:Birikim mi? (gülüşmeler)
90’dan 98-99 a kadar sırf çalıştığımı hatırlıyorum. Kaç para kazandım ne kadar kazandım inan bilmiyorum.
Allah’tan ablam ve bizim bir aile büyüğümüz, bu işlerden anlayan insanlar, böyle yatırımlar, değerlendirmeler yapmışlar.
Ben yıllar sonra Bodrum’da bir yerimiz olduğunu, oraya bir ev yapacağımızı öğrendim. Öyle çok aşırı bir durum yok aslında ama doğru kararlar ve doğru şeyler.
Mesela 2000’den beri Bodrum’daki evimizde oturuyoruz. O ev hakikaten benim hayal ettiğim gibi yapıldı. Ondan sonra artık ölsem de gam yemem diye düşünüyorum. İdealim ve hayalim o bahçe içinde köpeklerle, kedilerle yaşamak.
Doğru kararlar olmuş hep yatırımlarda. Tabi şimdi artık ekmek aslanın ağzında.
Ekonomik krizde müzik piyasasının durumu da ortada, Allah yardımcımız olsun bundan sonra, doğru birikimim olduğu için hala ayaktayım ve idare ediyorum.
Yarını görerek yapılmadı gerçi bunlar ama böyle davranmayanların şimdi durumunun iyi olmadığını, işlerinin zor olduğunu düşünüyorum.

MG: Sigortan var mı?
Y.E:Allah’a şükür 90’dan beri şirketim var. Sonunda emekli olacağım. Olsun ben o maaşla da yaşarım gerekirse.

MG: Yeni projelerinden biraz bahseder misin? Tekrar jüri koltuğunda görecek miyiz bu sezon seni?
Y.E: Jürilik meslek gibi oldu. “İtinayla jüri olunur” durumu var bende de.
Jüri yarışması yapsalar aslında; jüriler yarışıyor. Jüriler kapışsa.
Aslında jürilik enteresan bir iş. Hem bildiğiniz işi yorumluyorsunuz, çok ince bir çizgi var arada çok dikkat etmeniz lazım.
Karşınızdakini doğru eleştirmek, kırmamak, incitmemek, diğerlerinin yanında yermemek, çok hassas bir şey aslında.
Herkese göre değişiyor olabilir. Ben ne yaparsam yapayım aslında bir şov programı o. Bazı yarışmalarda jüri üyeleri birbirine giriyorlar, hakaretler ediliyor. Şov olduğu için yapıyorlar bunu. Ama ben yapamam. Ben hayatta her şeyi çok ciddiye aldığım için jüriliği de ciddiye alıyorum, öğretmen gibi.

MG: Sen meşhur olmadan önce böyle yarışmalar olsaydı katılmayı düşünür müydün?
Y.E: Yarışmalara hayatım boyunca katılamadım. Hala da Çarkıfelek gibi televizyonda olan yarışmalara çağırırlar gidemem. Yarışmak ve yarıştırılmak hiç bana göre değil, hiç hoşlanmam insanların yarıştırılmasından, diyip yarın gidermişim. (Gülüşmeler)

MG: Sanat dünyasında arkadaşlık olmaz derler, sen ne düşünüyorsun? Yeliz’in yanında soruyorum ama cevabını da merak ediyorum.
Y.E: Sanat dünyasında olmayabilir, bilmiyorum benim alakam olmadığı için. (Gülüşmeler)
Şunu samimiyetle söylüyorum; o insanlarla sürekli bir arada olmak gibi bir durum var, ben öyle biri değilim. Daha çok eski arkadaşlarımla beraberim, ünlü olmadan önceki arkadaşlarımla hala görüşmeye devam ediyorum. Çok uzun yıllara dayanan dostluklarım var, çok az yeni arkadaşım var. Onları da aynı yere koyamam zaten. Sanatçılarla arkadaş olunur mu, benim bildiğim gazetecilerle dost olunur mu diye sorulur bu (Gülüşmeler)

Ama tabi rekabet falan var, ona bakarsanız dünyada da var rekabet.
Seyrediyoruz ödül törenlerini, örneğin Oscar en büyüğü, insanların orada birbirilerine hitap şekilleri, aynı kategoride yarıştığı insanlardan bahsedişleri, arka planda kendilerine destek veren insanlara neler dediklerini duyduğumuz zaman ne kadar alçak gönüllü olduklarını ve orada olmayı nasıl hak ettiklerini görüyoruz.
Biz de herkes birbirinin paçasından aşağı çekiyor. Olmamışlık bu işte, ondan sonra da soruyoruz neden dünya starı çıkmıyor diye. Çıkmaz tabi önce insan olacaksın, iyi olacaksın, kimsenin önünü kesmeyeceksin, olduğun gibi, kendi kulvarında, kimseyi acıtmadan, incitmeden yolunda gideceksin.
Eğer sen iyi yere ulaşmak için etrafındakileri ezersen, bozarsan senden de bir şey olmaz.

KALBİM ŞU AN BOŞ

MG: Kalbin şu an dolu mu? Tekrar evlenmeyi düşünüyor musun?
Y.E: Kalbim şu an dolu değil.
Yeliz: Bu soruya ben cevap verebilir miyim? (gülüşmeler)
Y.E:Bir sevgili bulamadım, ben nereye gidersem gelecek.(Yeliz’in şarkısını söylüyor)
Şu an boş ama her an her şey olabilir. Hayat aşk böyle bir şey.
Şimdi derim ki hiç öyle bir şey yok, kafamı bir çeviririm birini görürüm, iş biter. Onun için bilemiyorum ama âşık olmak da güzel, pırpır etmesi güzel, kelebekler midende uçar ya, o kadarı güzel sonra amaaan.. (Gülüşmeler)


Merve Gürcan

Twitter adresleri;
@YoncaEvcimik
@mervethemermaid
@emregurcan

14 Haziran 2010 Pazartesi

VAY HAYVAN VAY



VAY HAYVAN VAY
Kediler, kargalar ne kadar terbiyesiz. Alenen ben çiftleşmek istiyorum diye miyavlıyor ya da gaklıyorlar.
Hayvanlar âleminde insanlarda olduğu gibi bir ayıp kavramı yok. İnsanlar alenen miyavlamak yerine dekolte giymek, makyaj yapmak ya da parfüm sürmek gibi kibar yöntemlerle ya da son model spor arabalarıyla karşı cinsin dikkatini çekmeyi tercih ederler.
Hayvanlar belediyeye gidip nikâh kıymaz ve doğal olarak evlilik sözleşmesi de yapmazlar.
Karganın eşine sunup sunacağı en hafif rüzgârda yerle bir olacak 2 dal parçasından oluşan bir yuvadır. Dişi karga da tek taş yüzük ve şarap eşliğinde romantik bir teklif beklemez.
Ama ağacın tepesinden çevreye bu kadar gaklayıp durduklarına göre demek ki yine de mutlular.
En azından ben boşanma davası için mahkemeye başvuran karga görmedim henüz.
Ya da kocam yuvayı yaparken malzemeden çalmış hâkim bey diyen serçe de yok.

Hayvanlara haksızlık ediyoruz.
Kızdığımız birine “eşşoğlueşek” ya da “ne ayısın sen” diyoruz. Oysa ayı bizim hakaret anlamını yüklediğimiz türde bir hayvan değildir, ince zevkleri vardır. Armudun iyisinden anlar, balla, balıkla beslenir. Üstelik cüssesine rağmen hızlı koşar.
Eşek de dünyadaki en güzel gözlere sahiptir, tek kusuru sesinin bet olması bir de azıcık inatçı olmasıdır ama o kadar kusur bizim popstarlarda da var.
Hayvanlar çocuk yapacakları zaman önce yuvalarını hazırlar, yavrular doğduktan sonra da onlara uçmayı ya da avlanmayı öğretirler, yırtıcı hayvanlara karşı onları korurlar.
Doğurduğu yavrusunu cami avlusuna terk eden inek de onu buna zorlayacak bir öküz de duymadım.

Üstelik bir köpeği evinize alıp hayatınızı onunla paylaşırsanız, siz azıcık şişmanladınız diye kendisine daha genç bir ev arkadaşı bulup üstünüze gül koklamaya da kalkmaz, sadıktır.
Ama insanoğlu kızınca it oğlu it der ötekine. İt kadar olamadın demek istiyordur belki de kim bilir.
Trafikte öfkelenince “vay hayvan vay” deriz. Oysa hayvanlar hız limitlerini de iyi bilirler. Bir ceylan her zaman bir aslandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir ve yolu tıkamadan sol şeritten hızla gider.
Küçük çocuklar eğlence olsun diye kedilerin bıyıklarını keser kuyruğuna tenekeler bağlarlar sonra da onların babaları vahşi doğa belgeseli diye timsahın antilobu mideye indirmesini gösterir, timsahın gözyaşlarını görmeden. Tamam, o da üzüntüsünden ağlamıyor biliyorum ama en azından nezaket gösteriyor, insan gibi geğirmiyor.

Yazdıklarıma bakıp hayvanları insanlardan çok sevdiğimi ya da vejetaryen olduğumu düşünmeyin, ikisi de doğru değil. Sadece hayvanlardan daha gelişmiş bir beyne sahip olduğumuzu ara sıra da olsa hatırlayalım diyorum.

11 Haziran 2010 Cuma

HAVUZ PROBLEMLERİ


HAVUZ PROBLEMLERİ
Erkekler kadınlar kadar sevmez alışveriş yapmayı, hatta çoğu sizinle çarşı pazar dolaşmak istemez, alışveriş yapmayı küçümser.

Oysa alışveriş yapmak zekâ işidir, üstün matematik bilgisi gerektirir.
Hatta bu nedenle okullarda öğretilen havuz problemleri de revize edilmeli, çağa ayak uydurmalıdır.

Örneğin; İstinye Park’ta alışverişe çıkan 2 kadın saatte 5 giyim mağazasında alışveriş yapabiliyorsa, 3 kadın 8 mağazayı kaç dakikada gezebilir? İndirimi %70 alıyoruz.
Ya da;
Bağdat Caddesi’nde, Göztepe yönünden gelen Pelin ile Suadiye yönünden aynı anda yürüyüşe başlayan Ecesu’nun Şaşkınbakkal’da karşılaşmaları kaç dakika alır? Promosyon yapan palyaço sayısını 8,mevsimi ilkbahar alıyoruz

Veya;
5 saatini kıyafet alışverişinde geçiren bir kadın kaç kalori harcar? Denenecek elbise sayısı 25,kabinlerin boyutu 1metrekare,alışveriş sonrası arkadaşla yenilecek pastanın yanındaki cola diyet alınacaktır. .. gibi

İndirimlerde alışveriş yapmak da hiç kolay değildir.
Bazı mağazaların indirimleri, yüksek matematik bilgisi gerektirir.
Öyle ya %50+%50 indirimin yüzde kaça tekabül ettiğini bir bakışta anlamak mümkün değil. Bize ilkokulda öğretilen basit hesaba göre 50+50= 100 eder ki, indirim dediklerine göre bize hediye etmeye niyetleri yok o elbiseyi.

Her etiketi tek tek hesaplamak için bir de elimizde hesap makinesi ile gezmemiz gerekir.

İndirimlerin çoğu illüzyondur aslında. Örneğin 4 al 3 öde derler de %25 indirim yaptık demezler.
Çünkü bu durumda yapılan toplam indirim hiçbir zaman %25i bulmaz. Nasıl mı?4 ürün aldıysanız size sadece seçtiğiniz en ucuz ürünü hediye ederler.

Bir de 99,9TL şeklindeki fiyatlar vardır illüzyonu tamamlayan, vardır da ben daha, o bir kuruşumu bana iade eden tek bir mağaza görmedim.

Belki de erkeklerin alışverişi sevmemesi bilinçaltlarındaki matematik korkusundan kaynaklanıyordur.
Kız arkadaşlarının yanında bir ayakkabının fiyatını akıldan hesaplayamadıklarını düşünsenize, karizma bir anda sıfırlanacak, iyisi mi hiç bulaşmamak.

9 Haziran 2010 Çarşamba

MUSLUM BABA

MÜSLÜM BABA
Bugün biraz müzikten bahsedelim istiyorum. Öyle ne olacak bu Türk popunun hali? diye ahkam kesecek değilim.
Bir şarkı sözü yazdım diye kendimi müzik otoritesi falan saydığım da yok, merak etmeyin.

Ortaokulda herkes gibi flüt ve org çalmak dışında, herhangi bir enstrüman çalabilirliğim yok.
Sadece iyi bir müzik dinleyicisiyim. Çok iyi radyo ve teyp çalarım.

Hatta o kadar ki hala yeni bir albüm çıktığında bilmem kim KASET çıkarmış diyecek kadar eskisiyim bu işin, eh eskiden CD,mp3 vardı da biz mi dinlemedik!
Radyo çalarım derken radyoda djlik yapmışlığım da var ki, o da ayrı bir yazı konusu olabilir.

Okuduğum lise İngilizce eğitim veren bir kurumdu, biz de Amerikan etkisinde ve epeyce de kibirli büyüdük, öyle her şeyi kolay beğenmezdik. Kalıplarımız hatta tabularımız vardı. Mesela iyiler siyah giyerdi, spor ayakkabılar A marka, kotlar L marka olmalıydı.
Yazılı olmayan ama hepimizin canı gönülden uyduğu bu kurallar müzikte de kendini gösteriyordu.

Ortaokul –lise sıralarında hemen hemen sırasıyla; Modern Talking,New Kids on the Block, Vanilla Ice,Technotronic,Snap,Milli Vanilli,Phill Collins,Guns &Roses,Queen,Metallica,Bon Jovi ve her daim Madonna başta olmak üzere İngilizce şarkılar dinledik.Türkçe müzik dinlemek sözkonusu bile değildi.
Sonra gel zaman git zaman biz büyüdük. Bunu nasıl mı anladım;
Birkaç sene önce liseden arkadaşlarımı bir brunchta topladım; birkaçı nişanlanmış, evlenmiş hatta bir tanesi buluşmaya minik bebeğiyle gelmişti ama büyüdüğümüzü asıl anlamama neden olan yine müzik oldu.
Sohbet sırasında söz döndü dolaştı Müslüm Gürses’in o ara yeni çıkarttığı film müzikleri albümüne geldi. Masadaki 22 kişinin neredeyse tamamı albümü dinlemiş, beğenmiş ve hatta satın almıştı.
Hey durun! Ortaokulda burun kıvırdığımız, dinleyenleri küçük gördüğümüz Müslüm Gürses’ten bahsediyoruz di mi, yanlışlık olmasın?
Tabi ki yanlışlık yoktu. O aynı Müslüm Baba’ydı da bizlerdik değişen.

Müslüm Baba testimizi Hollandalı bir arkadaşımızın üzerinde de uyguladık. Arabada giderken Türkçe bilmeyen ve doğal olarak Müslüm Baba’yı da tanımayan kurbanımıza aynı albümü dinlettik. Bizim Hollandalı bayıldı, caz gibi söylüyor, sesi de harika dedi.
(Hadi ya.) Ehm, şey, tabi evet öyledir,biz de bayılıyoruz kendisine..
Yani müziğin evrensel olduğunu, müziğin bir matematiği olduğunu, ama bu matematiğin belirli kalıpları olmadığını anlamamız biraz uzun sürmüş olabilir ama ne demişler geç olsun güç olmasın.

Asıl önemlisi Müslüm Baba kendisi belki değişmemişti ama söylediği şarkıların tarzını değiştirmişti. Nasılsa beni, kendilerini jiletleyecek kadar çok seven bir sürü hayranım var diye işin tembelliğine kaçmak yerine riske girmiş ve bizi bile dize getirmişti.

Oysa şu an Türkçe pop yayını yapan herhangi bir radyoyu açtığınızda, saatlerce bitmek bilmeyen uzuuun, tek bir şarkı dinlediğiniz hissine rahatlıkla kapılabilirsiniz.
Zaten hangi pop şarkısını 20 kere bir insan evladına dinletseniz, o şarkı kulağına tenya olur yapışır, bütün gün “şarkıyı da hiç sevmedim ama nerden dolandı dilime” diye dolaşır durur zavallı.
Tamam, işiniz zaten popüler müzik yapmak, hepi topu da 8 nota var, Amerika’yı da yeniden keşfetmeyeceksiniz, ama körfez kirlendi, artık balık tutmak için biraz okyanusa açılmanız gerek.

Yoksa yakında teker teker soracağız;
Sahi ne olacak bu Türk popunun hali?

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Tweetine bandım

TWEETİNE BANDIM

Ağa'nın poke'u üzerine poke olur mu?

Follow da ettim güzellerin çoğunu aman aman
Tweet zekası ince beyinin gülüdür amanini yandım


Tweetine tweetine tweetine bandım
Retweet mi sandın reply edip yazdım


Facebooktan geliyor bir dürtme amman amman
Sen kiminle ilişki halindesin amman amman


Tweetine tweetine tweetine bandım
Retweet mi sandın reply edip yazdım


Twitpicte gördüm yarin boyunu amanini yandım
Facebookunu hacker kapmış gördün mü amanini yandım


Tweetine tweetine tweetine bandım
Retweet mi sandın reply edip yazdım

Everybody in the house bang bang
Facebook in the house bang bang
Twitter in the house bang bang
Yonca in the house bang bang



Söz:Merve Gürcan
Aranje:Emre Gürcan
Producer:Emre Gürcan
Kadın Vokaller:Yonca Evcimik
Erkek Vokaller:Emre Gürcan

19 Mayıs 2010 Çarşamba

GOOOL


GOOOL
Futbol kitlesel bir afyondur.
Öyle ki aşırı doz futbol alanlarda halüsinasyonlar dahi görülebilir. Şampiyon olduk zannedip stat yaktırır.
Her şeyin olduğu gibi futbol sevgisinin de, fazlası zararlıdır.
Kadın futbol takımlarının mevcudiyetine ve statlarda görülen pek çok kadın taraftara rağmen futbol yine de erkek egemen bir spordur.
Kadınlar daha nazik yaratıldıklarından oynamak için arada file bulunan voleybol ve tenis gibi sporları tercih ederler.

Tabi futbolun yararları da saymakla bitmez.
Örneğin erkekler mahalle maçlarında “Top benim, takımı da ben kurarım” diyerek küçük yaşta liderlik yeteneklerini geliştirirler.
Yaş ilerledikçe, futbola olan ilgi kabuk değiştirir. Önce daha kısa mesafe koşulan halı sahalarda boy gösterilerek ben daha gencim mesajı verilir.
Sonra dizlerde oluşan yaraların kabuk bağlama süreci yavaşladığından ve göbekler de büyüdüğünden futbol hayatına bir süre Playstation oynanarak devam edilir.
Ancak en keyiflisi başkaları koşarken, sizin arkadaşlarla toplanıp rahat koltuğunuzda yiyip içerken izlemenizdir.

Futbolun rahatlatıcı bir etkisi de vardır; statta iseniz, futbolculara, hakeme, hatta arada çaktırmadan patronunuza bağırıp küfrederek deşarj da olabilirsiniz.
İşsiz de olsanız, maça gelirken karınızla kavga da etmiş olsanız, atılan golle dünyadaki tüm kötülükler sona ermiş, hatta size piyangodan büyük ikramiye çıkmışçasına sevinebilirsiniz.

Stada gidemezseniz de evlerde ya da bir barda dev ekranda izleyip engin futbol deneyiminizden kaynaklanan yorumlarınızı arkadaşlarınızla paylaşabilirsiniz.
Ne de olsa her erkek doğuştan teknik direktördür ve takıma kimlerin alınması ve hangi mevkide oynaması gerektiği konusunda uzmandır.

Erkeklerin futbola kendilerine gösterdiklerinden fazla ilgi gösteriyor olmalarını hazmedemeyen kızlar genellikle futboldan hoşlanmazlar.
22 tane adamın neden bir topun peşinden koştuğunu ve gol bile olamayan bir pozisyonu tekrar tekrar izleyip, maçın süresinden bile uzun saatler boyunca yorumları dinlemekten ne tür bir zevk alındığını anlayamazlar.
Ancak yine de muhabbete ortak olmak ve dışlanmamak için çoğu zaman birlikte futbol izleyebilirler.

Ne de olsa futbolun en keyifli yönü maçın kendisi değil, kaybedeni kızdırma kısmıdır.
Bunu yapmak için maçı izlemenize bile gerek yoktur, skoru öğrenmeniz yeterlidir.
İstisnai olarak futboldan hoşlanmayan erkekler gibi, izlemekten gerçekten hoşlanan kadınlar da vardır ama bunlar genel kaideyi bozmaz.

Erkeklerin kadınlara üstünlük taslama ve gövde gösterisi yapma çalışmaları maç izlenirken de kendini gösterir.
En büyük silahları “ ofsayt nedir, anlat bakalım” diye sormalarıdır.
Ancak bu soruya onlarca kez muhatap olmuş kızlar aslında ofsaytın ne olduğunu artık erkeklerden bile daha iyi bilmektedir. Bu nedenle de ofsayt sorusu ile genellikle yaş tahtaya basılır.

Futbol birbirlerini hiç tanımayan insanlar arasında dahi sohbet başlatma konusu olarak işe yarar.”Eee damat bey oğlumuz hangi takımı tutuyor?”gibi bir soruyla 40 yıllık takım arkadaşıymış gibi, bir futbol muhabbetine girilebilir.
Hangi takımın en büyük olduğu ise en büyük tartışma konusudur.

Ama tabi ki bu gereksiz bir tartışmadır, zira;
Tabi ki en büyük Beşiktaşk!

18 Mayıs 2010 Salı

DELIKANLILIĞIN KITABI (YENI BASKI)



Delikanlılığın tüm erkeklere dağıtılan bir kitabı var.
Kullanım kılavuzu gibi sünnet ile erkekliğe adım atanlara hediye edildiğinden şüphe ediyorum.
Kızları idare etmek için zaman zaman kitaptan rastgele bir sayfa açıp ilk çıkan bahane kıza söyleniyor.
Ama bahaneler kitapta sınırlı sayıda verildiğinden kızlar da artık ezberlediler hepsini, kitabın yeni baskılarını en az erkekler kadar merakla bekliyorlar.

Kitapta yer alan bahanelerden bazıları;
Aynı anda birkaç kızı idare eden çapkın erkeklerin klasik bahaneleri;
Kadın: Sana mesaj attım, 3 gün oldu cevap bile vermedin.
Erkek: Seni arayamadım canım, işim çok yoğun bu ara.
Kadın: Tuvalete de mi gitmiyorsun,10 saniyelik bir telefon görüşmesi veya bir kısa mesaj atmaya vaktin yoksa hiç çalışma sen zaten yaşamıyorsun. Hemen ayrıl o işten.
(Erkeğin içsesi: ne işi ya hu, sibernette chat yapıp duruyorum, kılıbık mıyım ben tek kızla yetineyim)

Kadın: Bütün gün seni aradım telefonun kapalıydı.
Erkek: Telefonun şarjı bitmiş.
Kadın: Sana yeni bir pil alalım, bu kadar çok şarjı bittiğine göre ölmüş o pil.
(Erkeğin içsesi: en az iki hattım var, diğer kızla görüşeceğim zaman sana verdiğim numarayı kapatıyorum, rahatsız etme lütfen.)

Kadın: Facebook’ta ilişki durumumuzu değiştirsek artık diyorum
Erkek: Gerek yok, şimdi millet görecek bir sürü yorum vs, uğraşamam
(Erkeğin içsesi: Hiç olur mu, kısmetimi mi kapatacaksın sen benim, hem Ayşe görürse oyar vallahi,onunla çıkmaya başlayalı tam 6 ay oldu)

Ayrılmak isteyen erkeklerin bahaneleri;
Erkek: Şu an bir ilişkiye hazır değilim, yeni bir ilişkiden çıktım, zamana ihtiyacım var.
(Erkeğin içsesi: görüştüğüm bir kız daha var, bir bakacağım, eğer onunla da olmazsa sana geri döneceğim.)

Erkek: Sen benim için fazla iyisin, sana layık değilim.
(Erkeğin içsesi: Yeni bir kızla tanıştım,1.70 boyunda sarışın mavi gözlü afet, afet)

Erkek: Seni üzmek istemiyorum, ayrılmamız senin için daha hayırlı olacak.
(Erkeğin içsesi: Bir kızla tanıştım, senin gibi evlenme meraklısı da değil, gezip eğleneceğiz işte bir süre)

Erkek: Sorun sende değil bende
(Erkeğin içsesi: başka kızdan hoşlanıyorum, senden de sıkıldım)

Delikanlılığın kitabı aslında bir masal kitabıdır. Kadınlar kitabı okumamış olsalar da bu bahaneleri ezbere bilir.
Zira prens zannederek yeterince kurbağa öpmüş veya öpmüş bir arkadaşının gözyaşlarına omuzlarını mendil etmişlerdir.
Yine de canı inanmak isterse bir süre inanmış gözükebilir. Ne de olsa gece gözlerimizi kapattığımızda dinlendiğimiz masallar gerçeklerden daha huzur vericidir.

16 Mayıs 2010 Pazar

Gökten 3 elma düşmüş


Gökten 3 elma düşmüş

Her canlı Ankara Havası eşliğinde göbek atılan bir düğünü tadacaktır.
Nereli olursanız olun, düğünlerde çalınmazsa olmaz bazı türkülerimiz vardır. Bu türkülerin amacı kız tarafı ile erkek tarafını kaynaştırmak, ülkemizin coğrafi ve sosyo-kültürel yapısını davetlilerin öğrenmesini sağlamaktır.
Malatya’nın eşinin bulunmadığını, “Yürü yavrum Konyalım yürü” ile Konyalıların yürümeyi çok seven sportmen insanlar olduklarını, Tokat yollarının taşlı olduğunu, Bitezli Halil’in çökertme’den çıktığını hepimiz türkülerden öğrenmişizdir.
Fidayda da fidayda diyen Ankaralıları ise anlayamadığımız için tanıdığımızı söylemek bugüne kadar pek mümkün olamamıştır.
Politika ruhlarına işlediğinden olsa gerek, çok şey söyleyip, hiçbir şey anlatmamayı başarmakta ustadır Ankaralılar.
Evlenen çift hangi yaşta, hangi ekonomi ya da kültür seviyesinde olursa olsun düğünler üç aşağı beş yukarı birbirine benzer.
Bu konuda düğünün bir sarayda ya da mütevazı bir mahalle arası düğün salonunda olması arasında çok fark bulunmamaktadır.
Önce prenses kostümlü gelinle prens damat salona alkışlar eşliğinde gelir.
Muhtemelen çiftin en sevdiği romantik şarkı ile balonun- pardon düğünün açılış dansı yapılır.
Ancak düğünlerde şen olmak gerekir, bu nedenle tek şarkılık romantizmden sonra beklenen göbek havaları çalmaya başlar.
Bu sırada gelin ve damat davetlilere tek tek hoş geldin demek ve takıları toplamak için mesaiye başlamak zorundadır.
Genç çift masa masa dolaşmaktan ve belki de ilk defa gördükleri kayın hısımlarını ve tanımadıkları davetlileri öpmekten bitap düşer.
Daha doğrusu gelin ile hanım davetliler makyajları bozulmasın diye birbirlerini değil havayı öperler.
Görevlerini başarıyla tamamladıktan sonra eğlenmek ve davetlileri de eğlendirmek için yeni evliler gece boyunca inmemek üzere piste çıkar.
Kılıçla kestikleri 7 katlı görünümündeki maket pastadan birer çatal ve kollarını birbirine dolayarak içtikleri birer yudum şampanya dışında gelin ve damat aç kalır.
Özene bezene seçtikleri menüyü tatmak onlara nasip olmaz.
Sofrada kuş sütü dahi eksik olmasa davetlileri memnun etmek mümkün olmadığı için masalardaki dedikodulara azıcık kulak kabartıp, yiyemedikleri düğün yemeğinin neye benzediğini öğrenmeleri mümkündür.
Ne de olsa davetliler 2 kişilik bir akşam yemeği için bir bilezik parası ödemişlerdir, daha iyi bir menüyü tabi ki hak etmektedirler.
Genç çift evlerinin bir eksiğini gidermek veya daha da iyisi balayına tropik bir adaya gitmek yerine düğün yaptıkları için bu kadarcık azarı da hak etmektedirler.
Zaten gelinlik de biraz şişman mı göstermiştir ne? Hele hele o ton makyaj hiç yakışmamış, yaşlı da göstermiştir gelini. O kaynanın kıyafeti de nedir öyle, kesin gelinini kıskanmış ondan daha çok dikkat çekmek için seçmiştir o kıyafeti de.
Gecenin sonunda tek bir kare fotoğraf için Picasso tablosu bedeli isteyen fotoğrafçıyla kavga edildikten sonra gençlerin yarım kalan eğlencelerini tamamlamak için discoya, yaşlıların da işkembeciye yönelmesiyle düğün sona erer.
Gökten 3 elma düşmüş biri yeni evli Adem ile Havva’nın, biri sizin, diğeri de benim başıma.
Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine, darısı başımıza.

9 Mayıs 2010 Pazar

Necmi Yapıcı ile röportaj



Necmi Yapıcı:1972 yılında İzmir’de doğdu. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Oyunculuk Bölümü'nden mezun oldu. İlk olarak 1999 yılında başlayan, 5 yıl boyunca 400'ün üzerinde bölümü yayınlanan Ayrılsak da Beraberiz adlı dizide "Yırttık abicim yırttık" sözüyle tanınan "Feridun Bitir" adlı karakteri oynayarak ünlendi.
Onlarca film ve dizide rol aldı. Bunun yanı sıra Ayrılsak da Beraberiz’in 25 bölümü, Dikkat Bebek Var’ın 26 bölümü başta olmak üzere çeşitli dizi ve reklam senaryoları yazdı. Reklam ve dizilerde yönetmenlik yaptı.

İzmirliliğin
getirdiği tüm sıcaklığıyla, kalabalıklara karışmaktan zevk aldığı her halinden belli Necmi Yapıcı’ya caddede dolaşırken herhangi bir haftasonu rastlayabilirsiniz. Ben de bu pazar günü anneler gününde çok sevdiği Bağdat Caddesi’nde bir cafede kahvelerimizi yudumlarken onunla konuştum. Necmi’ye kayıt aletimin bir anda biten pili ve sair tüm azizliklerine rağmen hiç neşesini bozmadan içtenlikle sorularıma cevap verdiği için tekrar teşekkür ediyorum.

Çöplerin arasında sınava hazırlandım
Merve: Güzel Sanatlar Fakültesinin Sinema Bölümüne son sınavda elenerek giremediğin için tiyatro bölümüne girmişsin. Biraz anlatabilir misin? Sinema oyunculuğu ile tiyatro oyunculuğu arasında ne tür farklar var?
Necmi: Kamera arkası yönetmenlik istiyordum. 3.aşamada kaybettim, kazanamayınca bir sonraki sene oyunculuk bölümüne girmeye karar verdim.
Zaten ortaokul liseden itibaren bütün öğretmenlerim “sen tiyatrocu olmalısın” diyorlardı. Yönetmenlik yapacağım ama madem almıyorlar ben de arka kapıdan girerim, önce oyunculuk yapayım, sonra yönetmenlik yaparım dedim.
O zaman 2 ayrı işte çalışıyordum. Biri İzmir Fuarı’nda makarna standında diğeri de Ege Üniversitesi’nde bilgisayar operatörlüğü idi.
Sınava 8 günde hazırlandım. Çalıştığım yerin arka bahçesinde çöplerin arasında prova yaptım. Eskişehir’de üniversiteyi daha önce kazanmış olan arkadaşım Engin Benli yardımcı oldu.

Zaten daha sonra yönetmenlik de yaptım. Metin Şentürk’ün oynadığı Sonradan Görme, Ebru Gündeş ile İmkansız Aşk, Kadın Her Zaman Haklıdır dizilerini yönetmen olarak çektim. Hepsi de sit comdu.
Mansur Ark’ın bir video klibini, TRT Dünya Kupası tanıtım klibini ve Kahkaha Show komedi programını ve 2 tane de reklam filmi yönetmen olarak çektim.
Ama daha çok oyunculuktan zevk alıyorum. Yönetmenlikten de çok zevk alıyorum ama bazılarında hem oyuncu hem yönetmen olarak yer aldığım için çok zor oldu.
Tiyatro ile sinema arasında oyunculuk açısından çok bir fark yok. Tiyatroda biraz daha büyük oynarsın, sinemada çok daha küçük oynarsın. Tiyatro daha çok konsantre olmanı gerektirir.2 saat boyunca konsantre oluyorsun, sadece arada dinleniyorsun.
Merve: Bu işin eğitimini almış, her aşamasında görev almış biri olarak en sevdiğin hangisi? Oyunculuk, senaristlik, yönetmenlik?
Necmi: Hepsini çok seviyorum. 2 işi yapan yarım yapar derler.
Aynı anda yapmak zor ama ayrı ayrı yapılabiliyor.

Merve: Önce dedeni ve sonra da babanı oldukça erken yaşta kaybetmişsin, seni sahnede görme şansları olmamış. Bu oyunculuğunu etkiledi mi?
Necmi: Dedem öğrenciyken izledi, babam izlemedi. Dedem ve babamın ölmesi oyunculuğumu etkilemedi ama zaman zaman düşünüp hüzünlenirim izleselerdi tv de sinemada diye..bazen yalnızken gözlerim dolar.
Öğrenciyken annem ve babam ayrıydı. Babam çok ilgilenmiyordu. Ama dedem hem harçlığımı veriyordu, hem de destekliyordu. Hakkı çoktur.

Merve: Animatörlük yaparken tanıştığın Cihan Ünal, İstanbul’a geldiğinde sana tiyatroda rol alman için yardım etmiş. İnsan kendi şansını kendi mi yaratıyor yoksa şanslı bir insan mısın?
Necmi: Animatörlük yaparken tanıştık. Zaten daha çok teatral işler yapıyorduk. Cihan Bey de benim oyunculuğumu, vücudumu kullanmamı çok beğeniyordu.
Sonra ben Cihan Ünal’ı mezun oldum, İstanbul’a geliyorum diye aradım. O da beni Nedim Saban’ın tiyatrosuna gönderdi. Nedim Saban da “Cihan Bey gönderdiyse tamamdır” diyip bana rol verdi.
Tiyatro bitince panikledim, çünkü bir ay sonraki kira paramızı veremeyecektim. Yine tatil köyünden tanıdığım yönetmen Ömer Uğur’u aradım o Hamdi Alkan’ı arayıp beni önerdi sağ olsun, o da kırmadı ve 3 senelik Reyting Hamdi serüvenim öyle başladı.
Bence hayatta ne oluyorsa bir şey için oluyor, belirli bir sebebi var ve bizi bir yere götürüyor.

Merve: Sokakta sana hala Feridun Bitir diye sesleniyor olmaları hoşuna gidiyor mu?
Necmi: Eskiden daha çok Feridun diyorlardı. Hatta yırttık abicim diye sesleniyorlardı. Artık Necmi Yapıcı olarak tanıyorlar. Bu da benim hoşuma gidiyor.

Bizim meslek sincap gibi
Merve:Peki gerçek hayatta ilk ne zaman yırttık abicim dedin?
Necmi: Hiçbir zaman yırttık diyemedim. Öyle güzel bir zamandan geçemedim. Bizim meslekte hiçbir zaman kendini garantiye alamıyorsun. Geleceğimi garanti altına aldığımı düşünürsem, yırttık derim. Bizim işte sen kendi geleceğini birikim yaparak kendin hazırlıyorsun. Mesela Ayrılsak da Beraberiz uzun sürdüğü için bir ev aldım, araba aldım, bankada param vardı. Ama çalışmadığım dönemlerde bu parayı yedim. Bizim meslekte sincap gibi yazın toplayıp kışın yiyorsun. Kenarda birikimin olursa, o zaman her önüne gelen işi kabul etmezsin, seçme şansın olur. Ben 3-4 aile bakıyor gibiyim; nafaka veriyorum, anneme, kardeşime de yardım ediyorum.

Merve: Emre isminde çok şeker bir oğlun var ve sanıyorum 2 kez evlendin. Tekrar evlenmeyi düşünüyor musun? Oyuncuların evlilikleri yürümez mi?
Necmi: Tabi ki tekrar evlenebilirim. Neden olmasın.
Oyuncuların evlilikleri yürümez diye bir şey yok. Yürüyen evlilikler de var. Ayrıca 2 -3 kez evlenen avukat da var doktor da var ama biz göz önünde olduğumuz için dikkat çekiyor.
Merve: Bugün anneler günü ve birazdan oğlunla ve annesiyle kutlayacaksın. Peki şu anda sen ve eski eşin başkalarıyla evli olsaydınız bu mümkün olur muydu? Bazı ünlülerin geniş aileler şeklinde yedikleri yemekleri ve çıktıkları tatilleri izliyoruz. Bu konuda ne düşünüyorsun?
Necmi: Tabi ki, biz 10 senedir ayrıyız, ama çok medeni bir ilişkimiz var.Daha önce de farklı birlikteliklerimiz varken de beraber tatile çıktık.Aramızda böyle sorunlar olmuyor.Zaten bizimle birlikte olacak insanlar da baştan durumu kabul ediyor.
Merve: 2 kez boşanmış biri olarak mahkeme deneyimin de var. Biraz anlatır mısın neler yaşadın? Adalet sistemini nasıl yorumluyorsun?
Necmi: Ben her ikisinde de anlaşmalı boşandım. Bir duruşmada bitti. O yüzden herhangi bir sorun yaşamadım. Anlaşmazlık olunca çok uzayabiliyor, bu benim anlayabildiğim bir şey değil. O kadar kavgaya gerek yok.
Bir tanesinde Şişli Adliyesi’ne gitmiştim. İş hanından bozma bir yer olmasına, küçücük bir odada davanın görülmesine çok şaşırmadım. Sonuçta Türkiye’de yaşıyoruz.
Avukat olsaydım suçlu olduğunu bile bile hayatta bir adamı savunamazdım. Adam öldürmüş veya tecavüz etmiş birini savunamazdım. Masum olduğuna inandığım kişileri savunmaya çalışırdım.

Merve: Çok yönlü bir insansın, yaşam koçluğu eğitimi, illüzyonistlik, animatörlük, oyunculuk, yönetmenlik, senaristlik yapmışsın ve hala yapıyorsun.
Necmi: Şarkı sözü de yazıyorum, yakında Haktan’ın albümünde yayınlanacak inşallah. Facebook’ta demosu yayınlandı ve çok beğenildi. Arkadaşlarım bana “Proje Necmi” derler, yaratmayı seviyorum.
Doğuştan gelen bir yetenek sanırım.

Merve: Yaşam koçluğu eğitimi almak için Amerika’ya gitmişsin, biraz anlatır mısın?
Necmi: Amerika’ya gitmedim ama Bob Procter ekibinden bu eğitimi Türkiye’de aldım, imzalı sertifikam Amerika’dan geldi.

Merve: Neden hiç başrolde göremedik seni? Cast seçimi yaparken yönetmenlerde bir tembellik mi oluyor?
Necmi: Başrol için yakışıklı olmak gerek. Sanırım bunun önemi büyük seçimlerde, ama başrol ya da yan rol olması benim için önemli değil. Asıl 2. roller parlatır, sürükler oyunu
Kendi yazdığım senaryomda iki sakar kardeşin hikâyesinde başrol oynayacağım, tabi yapımcıyı ikna edebilirsem.
Onun dışında kendin belirleyemiyorsun, sen her ne kadar daha fazlasını hissetsen de yeteneğini ve değerini başkaları biçiyor.

Merve:Lost dizisinde oynasan hangi karakteri oynamak isterdin?
Lost’ta oynasaydım, Desmond ya da John Lock olurdum. Sawyer da olabilirdi. Aslında oradaki her rol olurdu. Çünkü adamlar karakter yapıyor.Bizde sorun da bu, karakterler önemsenmiyor. Daha çok konu ve durum öne çıkıyor..karakterler renkli karmaşık olamıyor fazla..sadece durumlar karışık..entrika var her dizide

Merve: Bir dizide ya da bir filmde bir avukatı canlandırman gerekirse nasıl bir tipleme çıkartırsın? Kafandaki avukat imajı nedir?
Necmi: Bu senaryo ile alakalı, senaryoda sana sunulan köşeler var; düzenbaz bir avukat, yalancı bir avukat, çok dürüst bir avukat; sana verilene göre rolünü çıkartıyorsun.
Oyunculuk açısından rol ne kadar renkli ne kadar zor olursa o kadar keyifli olur.

Merve: Abdi İpekçi davasındaki bir avukatı mı yoksa bir sit comdaki avukatı mı oynamayı tercih edersin?
Necmi: Her ikisini de oynamak isterim, her ikisi de keyif verir.

Merve: Web sitende “özgelecek” diye çok hoşuma giden bir bölüm var. Kazancının %10’unu ihtiyacı olanlara bağışlamak ve öğrenci okutmak gibi harika düşüncelerin ve mesleki planların var. Burada yazdıklarının ne kadarını gerçekleştirebildin?
Necmi: Erdal Demirkıran yakın arkadaşım, ondan eğitimler aldım, kendisi kişisel gelişimcidir.”Sadece aptallar 8 saat uyur” gibi kitapları olan, çok akıllı bir insan. Bu da onun eğitiminde gördüğüm bir şeydi.
Bence özgeçmiş çok önemli değildir.
Örneğin polis olmak istiyorsun ama 7 kuşak geriye doğru inceliyorlar ailende hırsız varsa seni almıyorlar. Senin ailende bir hırsız olması senin de hırsız olacağın anlamına gelmez. Geçmişe üzülmeye de, geleceğe endişelenmeye de gerek yok. Ben bu anda yaşamayı seviyorum. Zor olsa da umutsuzluğa kapılsam da böyle. Örneğin işsiz kalınca olumlu bakabilmek çok zor. Mümkün olduğu kadar az zararla atlatmaya çalışıyoruz.
Planladığım şeyler, hayallerim var herkes gibi, yapmak istediğim şeyler var. Henüz hiçbirini yaptığımı söyleyemem. Basamak basamak bir şeyleri başardıkça ortaya çıkacak. Hayatta en çok istediğim şey, her gün 100-200 kişiye yatacak ve yiyecek sağlayacak bir oluşum yapabilmek. İnşallah bunu yaparım.

Merve: Web sitende bahsettiğin Kashna Dahi Fabrikası nedir?
Necmi: Yine Erdal Demirkıran’ın çalışması bu. Kashna Kaf Dağı’nın arkası anlamına geliyor. Nasıl dahi olunur? Nasıl beyninin 2 tarafını da kullanırsın? Beynini nasıl daha çok kullanırsın gibi şeyler anlatıyor.
Dahiler sistemli çalışan, vazgeçmeyen insanlar. Bir şey istiyorsan gerçekten başaramamana imkân yok aslında. Oturup bir şeyler olmasını beklememek gerek.

Merve: Yeni projelerinden biraz bahseder misin?
Necmi: Bir sinema filmi senaryom var.1milyon dolara çıkacaktı, bulmak zor olacağı için maliyeti düşürmeye çalışıyorum, maliyeti 600-700.000 Dolara nasıl çekeriz diye uğraşıyorum.
Onun dışında bir televizyon projesi var, kanallarla görüşüyoruz.
Bir de Şafak Sezer ile”Çöplük” isimli bir film projesi üzerinde konuşuyoruz.

Merve: Twitter’da ve facebook’ta herkes 10 TL bilet ücretini peşin versin, filme sermaye yapalım sonra sinemada ücretsiz izlesinler şeklinde bir öneri sundun. Bu dünyada örneği olan bir çalışma mı? Yapılabileceğini düşünüyor musun?
Necmi: 2-3 ay önce Elif’ in programında söyledim, gürültüye geldi tam konuşulmadı.
Başka örnek var mı bilmiyorum, ben buldum sanırım.
Yasal yönünü araştırıyorum. Kolay değil. Örneğin birisi bir film için Facebookta
1’er TL yardım olarak toplamak istemiş, ama benim sistemim farklı. Bağış istemiyorum, ben biletleri önceden satmış olacağım. Para verene üzerinde belirli bir numarası olan biletler verilecek, filmi de o biletle izleyecekler.
Merve: İnşallah düşlediğin filmi çekebilir ve özgeleceğindeki düşüncelerini en kısa sürede gerçekleştirirsin. Teşekkürler.

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Düşün düşün...

Düşün düşün..
Bütün sene ders çalışıp sınava girmeden 1 hafta önce “Hiçbir şey bilmiyorum ben!” diye sinir krizleri geçiren öğrenciler, sınavdan çıkınca yaptığı 1-2 yanlışı fark edip “çok kötü geçti!” diyenler gibi sınavda üstün başarı gösterecek olanlardır. Ama tamamını doğru yanıtlayamadıkları için kötü geçti derler.
Oysa az bilen ya da hiçbir şey bilmeyenlerde bir cahil cesareti, bir kendini bilmezlik vardır. Her şeyi ben bilirim, küçük dağları da ben yarattım havalarında gezerler. Kendi bildikleri onlar için tek doğrudur, eleştiri de kabul etmez, burunlarının dikine giderler.
Sesi bile olmayan, bir şekilde meşhur olmuş şarkıcının konservatuar mezunu 4-5 oktav sesi olan bir başkasından daha başarılı olması da belki de bu cesaret farkından kaynaklanmaktadır. Biri “ay notayı doğru bastım mı, ay bu şarkıyı şu notadan okusam daha mı iyi olurdu” diye düşünüp dururken diğeri zaten başka alternatifi bulunmadığından konserden konsere, tv’den tv’ye gezmeye başlamıştır bile.
Üniversitelilerin çoğunun işsiz olması da bu yüzden. Önlerine çıkan işleri beğenmiyorlar, eğitimlerine karşılık teklif edilen ücretleri tatmin edici bulmadıkları için evde oturmayı tercih ediyorlar. Hatta yüksek lisans yapanların işsizlik oranı daha da yüksek. Kendinizi ne kadar geliştirirseniz,standartlarınızı ne kadar yükseltirseniz beklentiniz o kadar artmakta,azla yetinme isteği ortadan kalkmakta.
Aynı durum güzel kızlar için de geçerlidir. Kimseleri kendilerine yakıştıramadıkları, armudun sapı üzümün çöpü diye herkese bir kulp taktıkları için evde kalma olasılıkları da yüksektir.
Sonra da yakışıklı erkekler neden çirkin kızlarla birlikte diye şaşar dururlar.
Kendini bilmek güzeldir de, bu sizi her zaman başarıya götürmez.
Emeklemekte olan bir bebek,”şimdi ayağa kalkarsam kesin düşerim, en iyisi oturayım” diye düşünebilseydi yürümeyi öğrenebilir miydi?
Başarmak için cesaret gerekir.
İlk adımı atmadan asla gideceğiniz yere varamazsınız.
Eskilerin dediği gibi azı olmayan çoğu bulamaz.
Şans insanın ayaklarına yalnızca yürürken dolanır.
Yoksa düşün düşün …çoktur işin.

7 Mayıs 2010 Cuma

Avukat Olmak




AVUKAT OLMAK
Bazı önyargılarla da savaşmak demektir.
İlk önyargı “Siz avukatlar çok konuşursunuz di mi?” şeklinde bir soruyla gelir.
Hayır, biz o gördüğünüz Amerikan filmlerindeki gibi bir sistemde çalışmıyoruz.
Jüri yok, zaten öyle tiratlar atacak vakit de yok. En uzun duruşmamız 5 dakika sürer. Onda da genellikle dilekçemi tekrar ederim, deriz.
Hatta bazı hakimler o kadar anlayışlıdır ki, yüzümüze bakarak “Davalı vekili dilekçemi tekrar ederim, dedi” der, siz başınızı onay anlamında sallarsanız ağzınızı bile açmadan duruşmadan çıkabilirsiniz.
Çünkü biz de çok konuşan değil, çok yazan kazanır. Hukuk sistemimizde yazılılık esastır.
Siz fırsat bulup mahkemede 10 dakika konuşsanız bile katip, sadece hakimin ağzından çıkanı zapta geçirir. O yüzden biz gerekmedikçe konuşmakla yormayız kendimizi, her şeyi yazarız.
Zaten bizde davalar da uzun sürer. Söz uçar yazı kalır sözü boşuna söylenmemiştir.
Siz dün akşam ne yediğinizi bile hatırlamazken, yüzlerce dosyaya bakmakla yükümlü bir hakimin söylenilen her sözü aklında tutması da beklenemez.
Örneğin 4 sene süren bir davamda 3 hakim değişti. Herhangi bir talebimi ilk hakime söylemiş ama, yazılı olarak vermemiş olsaydım, kararı veren son hakimin bunları bilebilmesi mümkün olmayacaktı.
İkinci önyargı; Avukatlar her kanun maddesini, örneğin ileride işlemeniz muhtemel bir suçun sonucunda kaç yıl hapis yatacağınızı ezbere bilmelidir.
Ben 2000 yılında hukuk fakültesinden mezun oldum, mezun olduktan sonraki 10 yılda okulda okuduğum kanunlardan, değişmemiş olan bir tane yok, ilaç için.
Sürekli yeni çıkanları takip etmek,araştırmak,okumak zorundayım.
Üçüncü önyargı;Sorununuz acil olmasa da gece yarısı veya pazar sabahı avukatınızı arayabilirsiniz, size cep telefonunu verdiyse artık en yakın arkadaşınız, hatta Güzin Ablanızdır. Hem sır saklama yükümlülüğü de var, kimseye anlatamaz.
Eski eşinizle ve hatta eski kaynananızla aranızdaki ilişkiyi uzun uzun anlatın, adam dövme planlarınızı bile anlatabilirsiniz, dövmeyecek olsanız bile içinizde kalmasın, zehrinizi akıtın rahatlarsınız.
Hem zaten psikoloğa gidip para vermenize gerek yok avukatlar danışma ücreti bile almıyorlar, derdinizi dinlediler diye mi para alacaklar.
Para demişken bir de avukatlar zengindir önyargısı vardır.
Doktora gittiğimizde şöyle bir bakıp,2 aspirin iç geçer demiş olsa bile muayene ücreti ödeyeceğimizi biliriz de, avukata bir ücret ödememiz gerektiğini düşünmeyiz.
En az 4 yıl üniversite eğitimi,1 yıl köle gibi çalışılan avukatlık stajı ve sonrasında sürekli değişen kanunlara adapte olmak için sonsuz ders çalışma, kendini yenileme zorunluluğu vardır. Ama bilginin, deneyimin ve emeğin karşılığı yoktur.
Avukat nasılsa pazarda LİMON falan satıp zengin olmuştur. Siz vekalet vererek kendisini onurlandırdığınız için dava harç ve masraflarını bile vermenize gerek yoktur, avukat bir yerden kredi ya da borç alıp öder ne olacak ki
Dava sırasında da mutlaka internetteki forumlardan konuyu kendiniz araştırıp avukatın konuyu sizin kadar iyi bilmediğini ispatlamaya çalışın. Nasılsa para vermiyorsunuz bari yardımcı olun, sevaptır.
Sonra adliyede temizlikçi, mübaşir kim olursa, varsa bir tanıdığınız mutlaka ona da danışın.
Hatta benzer bir dava daha önce başından geçmiş olan arkadaşınız avukattan daha iyi bilir, yapılan her işlem için arkadaşınızdan teyit isteyin.
Avukata danıştığınızda davayı açıp boşuna masraf yapmamanızı öneriyorsa inanmayın, iyi avukat adamı ipten alır, kesin karşı tarafı tanıdığı için öyle diyordur.
Avukatlara boşuna ne avukatısın diye de sormayın. Hem Türkiye’de branşlaşma yoktur hem de reklam yasağı vardır, boşanma avukatıyım ya da ceza avukatıyım dememiz bile yasaktır aslında, suça teşvik etmeyin bizi.
Avukatınıza öyle her şeyi de olduğu gibi anlatmayın, kendinizi iyi ve haklı gösterin. Mesela siz o davayı daha önce açmış ve kaybetmiş olabilirsiniz ama bu “ufak” bir ayrıntı dava başladığında nasılsa karşı taraftan öğrenir, yormayın kendinizi.
Adliyelerde saatlerce yalnızca 2 dakika sürecek bir duruşmayı beklemek, tozlu arşivlerde dosya aramak, sizi görevini yapan bir avukat değil davanın tarafı zannedip hakaret ve tehditler yağdıran insanlara, bugün git yarın gelci, küçük dünyaları ben yarattımcı memurlara katlanmak işimizin parçasıdır.
Onun için bizim için üzülmeyin, bize bir şey olmaz.
Sahi, LİMON ister misiniz?