28 Kasım 2011 Pazartesi

CAM

Salonda yer yok, gişede bir hanım iade bilet olup olmadığını öğrenmeye çalışıyor. Neyse ki biz önceden almıştık biletlerimizi, içeri geçip salondaki yerlerimize kuruluveriyoruz.
Oyunun başlamasını beklerken dekoru inceliyorum. Duvarda asılı bir Frida fotoğrafı, tuvaller, heykeller, şövaleleriyle burası bir resim atölyesi olmalı. Oyunla ilgili kitapçığı karıştırınca dekorun Barış Dinçel’e ait olduğunu ve buranın gerçekten bir resim atölyesi olduğunu öğreniyoruz.

Oyun boyunca birkaç ufak tefek değişiklik dışında dekor hep aynı kalıyor, oyuncuların kostümleri değişiyor.
Zaten ruh hallerini renklerle simgeleştirmiş kadınlar. İpek (Deniz Çakır) kırmızıların, Rüya (Dolunay Soysert ) morların kadını, Selen Üçer ise renksiz bir kadınken oyunun sonunda o da Camdan giren rüzgâra kapılıveriyor.

Oyunda adeta havaya görünmez bir para atılıyor; önce yazı geldiğinde neler olacağını izliyoruz, sonra 2. perdede “tura gelseydi ne olurdu?”yu izletiyorlar bize.

Hayat da böyle değil midir zaten, biz yazı ya da tura dediğimizde şansımızı denediğimizi sanırken, para havaya atıldığında görünmez bir el (belki de burada olduğu gibi rüzgar) atılan paranın yönünü değiştirmez mi?

Oyunun ilk yarısında Mete Horozoğlu’nu sadece yarım kalmış bir tabloda görüyoruz. Oyunu birlikte izlediğim arkadaşım, oyundan az önce yürüyen merdivenlerde kendisini gördüğünü söylemese, oyundaki varlığının bundan ibaret olduğuna neredeyse inanacaktım. Ancak 2. perdede rüzgâr ters yönden esmeye başlıyor ve Mehmet (Mete Horozoğlu) sahneye çıkıyor.
2. sahneyi izlerken ilk sahnede gördüğümüz bazı şeyleri tekrar gördüğümüzde ilk anda anlam veremediğimiz ipuçlarını da teker teker puzzledaki yerlerine oturtmaya başlıyoruz.

Agatha Christie’nin söylediği gibi duvarda bir tüfek varsa romanın sonunda o tüfek patlar. Ancak Cam, tüfeği gösterdiği halde zekice kurguladığı için nasıl patlayacağını çoğunlukla patlayana kadar anlamak mümkün olmuyor ki bu da oyunu keyifli hale getiriyor.

Deniz Çakır Yaprak Dökümü’nde döktüğü gözyaşlarından sonra gülmeye başlamış bence çok da yakışmış, komediye devam etmeli. Ancak sayesinde kapalı alanda sigara içme yasağı sahnede birkaç kez deliniyor ki oyunun bütün geliri cezaya kurban gidebilir, korkarım.

Selen Üçer’i ne yalan söyleyeyim, Hanım’ın Çiftliği dizisinden hatırlıyor ancak ismini bilmiyordum ama sanıyorum yakın zamanda herkes öğrenecektir.

Eve gelip de evdekilerin “Cam neymiş?” sorusunu duyana kadar oyunun ismi hakkında hiç düşünmediğimi fark ettim. Aslında bence adı rüzgâr da olabilirmiş pekâlâ, zira cam ile anlatılmak istenen aslında bir pencere ve ondan da ötesi oradan içeri giren rüzgârın ettikleri.
Oyundan aklımda kalan bir müzik yok, sadece dalga sesleri var ki o da patlamayan bir tüfek olarak duvarda asılı kaldı.

Oyunun ikinci yarısı kesinlikle daha keyifli. Mete Horozoğlu’nun katkısı göz ardı edilemez.
Levent Kazak’ı da tebrik etmeli, zeki ve klişelerden uzak esprileri ile keyifli bir oyun ortaya çıkarmış.

Çıkışta önümüzde yürüyen çiftten “Kaygan Zemin” isimli tiyatro oyununun da benzer bir “ya tersi olsaydı?” kurgusuna sahip olduğunu öğrenmemiz bile kurgunun başarısını gölgelemeye yetmiyor. Sadece sonunda verdikleri selam için bile Cam izlenmeye değer, diğer tiyatrocular da izleyip feyz almalı.

1 yorum: